Kültür dünyamızın renkli simalarından biri de Doktor Abdülhak Adnan Adıvar’dır. Bu zatın en önemli eserlerinden biri de “Osmanlı Türklerinde İlim” adıyla yazdığı kitaptır. Ayrıca çeşitli makalelerini bir araya getirmek suretiyle yayımladığı kitapları da ilgiyle okunuyor. Bunlara iki örnek vermek gerekirse “Hakikat Peşinde” ve “Bilgi Cumhuriyeti Haberleri” isimli çalışmalarını zikredebiliriz. Kırkambar’a benzeyen bu türlü eserleri okumaktan hoşlandığım için arada sırada sayfalarını çevirme ihtiyacını duyuyorum.
Geçen gün “Bilgi Cumhuriyeti Haberleri”ni bir kere daha gözden geçirirken ilgimi çeken bir makaleyle karşılaştım. Siz değerli okuyucularımın da alakasını celbedeceğini tahmin ettiğim için birazcık tasarrufta bulunarak nakletmek istiyorum.
Adnan Adıvar, bir gün Ankara’nın en büyük kütüphanelerinden birine gidiyor ve birkaç saat çalışıyor. Kütüphane memurları, kendisine gerekli ilgiyi ve nezaketi gösteriyorlar. Bir bodrumdaki, hem de rutubetsiz bir bodrumdaki rafları gezmesine izin veriyorlar ve bu arada nadir yazmalardan bazılarını kendisine gösteriyorlar. Şeyh Galib’in el yazısını ziyarete ettiriyorlar. Bir de İkinci Bayezid devrine ait manzum bir tıp kitabını incelemesine müsaade ediyorlar. Bundan çok memnun kalan Adnan Bey, görevlilere içten gelen bir duyguyla teşekkürlerini sunuyor.
Bu vesileyle belirtmek isterim ki, tarihi bir kütüphanede nadir kitapların arasında dolaşmanın insanı nasıl mutlu ettiğini ben de az çok bilirim. Bu mutluluğu bir de Tire’deki Necip Paşa Kütüphanesi’nde yaşamıştım. Ali Emiri Efendi’nin kurduğu Millet Kütüphanesi’nde de aynı manevi hazzı – hem de müteaddit defalar – tattım. O zamanki hafız-ı kütübü (müdürü) merhum Mehmet Serhan Tayşi’yi rahmetle yâd ediyorum ve sadede geliyorum.
Kitaplar arasındaki gezi devam ederken görevliler, Adnan Adıvar’ı hem şaşırtan, hem sevindiren açıklamalar yapmayı sürdürüyorlar. Sandıklar içinde tozlu topraklı bir takım kitapları işaret ederek, heyecan verici hikâyesini anlatıyorlar. Bu kitaplar, üç yıl önce Doğu Anadolu’da yerin altını üstüne getiren korkunç depremden harap olmuş bir memleketin kütüphanesinden gelen kitaplardır. Büyük bölümü yazma, belki de çok kıymetli olan bu kitaplar o kütüphanenin memuru tarafından kurtarılmış. Yer bir salıncak gibi sallanırken enkaz arasından çıkarılarak sandıklara konulmuş ve Ankara’ya gönderilmiş.
İşin asıl şaşırtıcı yönü şu ki, bu kütüphane memurunun o korkunç depremde karısı, kardeşi ve bir iki akrabası da yıkıntılar arasında kalarak vefat ediyorlar. Adnan Adıvar, insanı hayret deryasına gark eden bu fedakârlık hikâyesini dinleyince ilim, kitap, yazma, ilmi kıymet, her şey birden bire kafamdan silinip gitti ve aynı sözleri bir kere daha dikkatle dinledim diyor. Görev duygusunun bu göz kamaştırıcı tezahürü karşısında adeta kendimden geçtim diyerek nasıl bir haleti ruhiye içinde bulunduğunu dile getiriyor. Kendisine emanet edilen kitapları karısı ve kardeşleri gibi seven bir kütüphane memurunun hayalini kucaklayıp alnından öptüm, cümlesiyle de takdir duygusunu dile getiriyor.
Sultan Abdülhamid zamanında meydana gelen bir depremin Dolmabahçe Sarayı’nda nasıl hissettiğini orada bulunan
mabeynci Emin Bey bizzat merhum A. Ragıp Akyavaş’a anlatmış. Ben de Akyavaş’ın kitabından nakledeyim:
“Dolmabahçe Sarayı’nda muazzam bir bayram tebrikâtı yapılıyordu. Bir ucu Adriyatik’e, öbür ucu Hinddenizi’ne dayanan imparatorluğun binlerle sayılan rical ve erkanı sırmalı elbiseler içinde alt kattaki büyük salonda toplanmış, padişaha tebriklerini arz ediyorlardı.
Sultan Abdülhamid’in oturduğu tahtın öpülmesi mutad olan saçağı Gazi Osman Paşa’nın elindeydi. Bu esnada ansızın kopan bir sarsıntı ile koca saray beşik gibi sallanmaya başladı. Tavanda asılı duran bilmem kaç tonluk avize saat rakkası gibi iki tarafa gidip gelmeye, tablolar, biblolar devrilmeye, camlar korkunç sarsıntılarla yerlere dökülüp tuz buz olmaya başladı.
Bando durmuş, ses soluk kesilmiş, kimsede betbeniz kalmamıştı. Kaçmak mı,
durmak mı lazımdı?
Sultan Hamid, birden ayağa kalktı, o kalın sesiyle ‘Hareket’ dedi. Herkes bu sözü canını kurtarmak için verilmiş bir işaret olarak telakki etti. Yanındakiler sadece tatlı canlarını kurtarmak endişesine kapıldılar, kendilerini pencerelerden dışarıya, rıhtıma atmaya başladılar.
Padişah istifini hiç bozmadı. Acı acı tebessüm ederek, hepinizi gördüm, hepinizi tanıdım, dedi, fakat çok sinirliydi. Tahtın arkasındaki hünkâr imamına döndü: ‘Efendi, yüksek sesle ezan okuyunuz!’ dedi.
Sadakatlerini göstermek için orada toplanan irili ufaklı kodamanların birçoğu panik halinde dağılmışlardı.”
Gerçek Müslüman, son derece merhametli ve şefkatli bir insandır. İşte bu acıma duygusunun etkisiyle korkunç depremler de dahil, büyük felaketler karşısında elbette çok hem de çok üzülür. Felaketzedelere yardımcı olmak için elinden gelen her gayreti gösterir. Sadece bu kadar mı, aynı iman sahibi kimse, felaketlerden ibret almasını da bilir, her şeyin Allah’tan geldiğine kesinlikle inanmanın verdiği iç huzuru ile keder denizine gark olsa bile isyan bayrağını çekmez. Ayrıca insanoğlunun böyle korkunç hadiseler karşısında ne kadar aciz kaldığına şahit olur ve Allah’a olan teslimiyeti bir kat daha artar.
Mevcut deprem felaketine fiziki açıdan olduğu kadar metafizik zaviyeden de bakabilirsek duyduğumuz üzüntüyü biraz olsun azaltabilir ve kendimizi teselli edebiliriz. Enkaz altında kalıp can veren kardeşlerimize de müjdeler olsun ki, dini inancımıza göre onlar da şehitlik makamına yükselmiş oluyorlar. Yaralı olarak kurtulanlar da aynı manevi hisseyi alıyorlar. Rabbim, hepimizi dünyevi ve uhrevi felaketlerden muhafaza buyursun. “İman ki
ilahi o nur ne büyüktür / İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.”