DURSUN GÜRLEK - DEPREM, TEKBİR VE TEVFİK FİKRET...

DURSUN GÜRLEK - DEPREM, TEKBİR VE TEVFİK FİKRET...

DURSUN GÜRLEK - DEPREM, TEKBİR VE TEVFİK FİKRET...


Son devrin büyük İslam âlimlerinden Alasonyalı Hacı Cemal Efendi, “Tekbir” isimli eserinin bir yerinde Bestekâr Mustafa Itri’den ve Tekbir bestesinden bahsederken “Bu beste sadece mü’min kalbleri değil, herkesi etkiliyordu” cümlesini kullanıyor. Evet bu “herkes”in içinde, biliyor musunuz gayr-i müslimler bile bulunuyordu. Bendeniz de merhum Ali Rıza Sağman’ın kitaplarından birinde okudum. İşgal yıllarında İstanbul’da trafik polisi olarak görev yapan bir İtalyan, Dolmabahçe Camii’nin minarelerinden “Allahü Ekber” sedası duyulur duyulmaz düdüğünü çalıyor, trafiği durduruyor ve Ezan-ı Muhammedi’yi sonuna kadar dinliyordu. Bunu başka bir yazımıza bırakıp Tekbir’in cazibesine kapılan Azaryan Efendi’den bahsedeyim:

Son vak’anüvis Abdurrahman Şeref Efendi, “Tarih Müsahabeleri” isimli eserinde anlatıyor. Paris’te bulunan bazı Jön Türkler bir Ramazan Bayramı’nı kutlamak üzere büyük bir ziyafet tertipliyorlar. İşbirliği yaptıkları bir kısım hürriyet taraftarı Fransız gençlerini de bu toplantıya davet ediyorlar. İmparatorluğun istibdadından şikayetçi olan Fransız hürriyetperverleri, Yeni Osmanlılar’la –tanışarak– birlikte çalışıyorlardı. Tarihçi Leon Kohen de bunların içindeydi.

Sofrada yenildi, içildi, nutuklar atıldı. Fransızlar milli marşlarını ve hürriyet şarkılarını söylediler. Bizimkilere siz de milli marşınızı söyleyin de dinleyelim teklifinde bulundular. Bizimkiler ne söyleyeceklerdi ki? “Ey Gaziler”le “Sivastopol Önünde Yatan Gemiler”den başka milli duyguları okşayacak bir şeyleri yoktu. Tam bu sırada Mehmet Bey diye biri derhal ayağa kalktı ve Tekbir getirmeye başladı. Diğer bütün arkadaşlar da ayağa kalktılar ve hep birden Tekbir’e devam ettiler. Fransızların ricası üzerine, birkaç kere tekrar ettiler. Sofrada hazır olan Azaryan Efendi, “Bana da işaret ettiler, bilir bilmez ben de katıldım. Tekbirin ruhları okşayan o nağmeleri Fransızları kendinden geçirdi” diyor.

Ne hazin değil mi? Tekbir sesleri Fransız gençlerini bile coşturuyor ama bu mübarek ve ilahi musıki bizdeki imansız kalbleri fena halde rahatsız ediyor. Müslüman kimliğini taşıyan bu güruh, hayatta kalan depremzedeler enkaz altından çıkarılırken getirilen Tekbirlerden, okunan salalardan duydukları rahatsızlığı dile getirmekten hiç ama hiç geri durmuyorlar. Köşelerinde “Nereden çıktı bu Tekbirler, salanın sırası mı” diye yazarak imansızlıklarını ilan ediyorlar.

Geçen gün solak gazetelerin birinde okudum. Köşe yazarlarından biri, “Yahu ‘mucize’ sözcüğünü (ifade onun) unutmuştuk, bakın artık ben de kullanmaya başladım” diye şikâyetini dile getiriyordu. O, buna şaşıradursun, biz bir mucize haberi daha verelim. Depremin yedinci günü, bir gazetede, “Enkazda Kur’an okudu, hayata el salladı” başlığıyla yayımlanan haberde şöyle deniyordu:

“Kahramanmaraş’ta depremin üzerinden 140 saat geçmesinin ardından inanılmaz bir kurtuluş daha yaşandı. Ekipler 27 yaşındaki Muhammed’i on saatlik zorlu bir çalışma sonucunda bulunduğu yerden çıkardı. Enkaz altında Kur’an okuyan ve kurtarma ekiplerine ‘Ben iyiyim’ diyen Muhammed, dışarıya çıkarıldığında el sallayıp Tekbir getirdi. Kurtarma ekipleri de Tekbirler getirerek bu sevince ortak oldu.”

Yer yüzünde, hatta bütün kâinatta tek bir hakikat vardır, o da Tekbir’dir. İslam Tevhid ve Tekbir dinidir. Tevhid’in ve Tekbir’in ne anlama geldiği ve ne kadar önemli olduğu İslami eserlerde bütün ayrıntılarıyla anlatılıyor. Mesela Bediüzzaman Said Nursi, Tekbir’i şöyle tarif ediyor:

“Evet, eğer namazların arkasında, hususen bayram namazlarında bir anda Allahü Ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihat ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbirleriyle ittihat edip içtima etse, küre-i arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sada ile söylediği Allahü Ekber’e müsavi geldiğinde o muvahhidinin ittihadıyla bir anda Allahü Ekber demeleri, küre-i arzın büyük bir Allahü Ekber’i hükmüne geçiyor. Adeta bayram namazlarında âlem-i İslam‘ın zikir ve tesbihleriyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar ve etrafıyla Allahü Ekber deyip, kıblesi olan Kâbe-i Mükerreme’nin samimi kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahü Ekber diyerek o tek kelime, etraf-ı arzdaki umum mü’minlerin mağara misal ağızlarındaki havada temessül ediyor.

Bir tek Allahü Ekber kelimesinin aks-i sadasıyla hadsiz Allahü Ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerinde de temevvüç ederek (dalgalanarak) sada veriyor. İşte, bu arzı böyle kendine sacid ve âbid ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zat-ı Zülcelal’e yerin zerreleri adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip mevcudat adedince hamd ediyoruz ki, bize bu nev’i ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’ına ümmet eylemiş.”

Anlayana ve zevkine varana ne harika bir izah!

Mekke Tekbirlerle fethedildi. İstanbul Tekbirlerle alındı. Büyük Millet Meclisi dualarla, Tekbirlerle açıldı. Bir Müslüman olarak beş vakit namazda Tekbir getirmenin manevi zevkini yaşıyoruz. Teşrik Tekbirleriyle teşrif eden bayramlarda manen de bayram ediyoruz.

Tekbir, musıki dünyamızda da yankılanıyor. Mustafa Itri Efendi’nin Segâh Tekbir bestesi bayram sabahları ve müteakip namazlardan sonra okunarak kulakları bir güzel zinetlendiriyor.

Tekbir edebiyat dünyamızı da nurlandırıyor. Ediplerimizi bilhassa şairlerimizi de o güzel âhengiyle sarıp sarmalıyor. Şinasi, “Büyüksün İlahi, büyüksün büyük / Büyüklük yanında kalır pek küçük” diyerek büyük bir hakikati dile getiriyor. Şair-i Âzam Abdülhak Hâmid, “Milli Tekbir” başlığıyla kaleme aldığı şiirine, “Allahü Ekber, Allahü Ekber, kâim onunla mihrâb u minber / Tekbir-i milli, İslâm’a rehber, Allahü Ekber, Allahü Ekber” beytiyle başlıyor. Mehmed Âkif, “Ne lâhütî sadâ ‘Allahü Ekber’ sarsıyor cânı / Bu bir gülbank-ı Hak’dır, çok mudur inletse ekvânı” mısralarıyla Tekbir’in azametini dile getiriyor. Ârif Nihat Asya:

Ezanımdan alışıp Tekbir’e

Buldunuz mutluluk imânımla;

Vatan ettim sizi ey topraklar

Beş vakit damgalayıp alnımla

beytiyle, Tekbir’le toprağın nasıl vatan hâline getirildiğini bir güzel anlatıyor.

Tevfik Fikret:

Allahü Ekber… Allahü Ekber…

Bir samt-ı ulvî gûyâ tabiat

Hâmûş hâmûş eyler ibâdet

Allahü Ekber… Allahü Ekber…

 

Bir samt-ı nâlân, gûyâ avâlim

Pinhân ü peydâ, nevvâr ü muzlim,

Etmekte zikr-i Hallâk-ı dâim,

Allahü Ekber… Allahü Ekber…

 

Bir samt-ı ulvî kalb-i tabiat,

Bir samt-ı nâlân, rûh-i akâlim

Etmekte zikr-i Hallâk-ı dâim,

Etmekte ra’şan ra’şan ibâdet

dörtlükleriyle, dört dörtlük bir Tekbir şiiri yazmayı başarıyor.

İnsan bu muhteşem şiiri okuyunca, keşke bedbaht şairi, Tekbir’i bırakıp, tekfire sapmasaydı da, böyle daha nice dini terennümlere imza atsaydı, diyesi geliyor.

Yâ Allah… Bismillah… Allahü Ekber!..