DURSUN GÜRLEK - BEŞ BİN KUR’ÂN-I KERİM YAKAN PİSKOPOS

DURSUN GÜRLEK - BEŞ BİN KUR’ÂN-I KERİM YAKAN PİSKOPOS

DURSUN GÜRLEK - BEŞ BİN KUR’ÂN-I KERİM YAKAN PİSKOPOS


Cehenneme, senin ateşinden daha şiddetli bir ateş var mı diye sormuşlar. Cehennem de “muhabbet ateşi” öyle yakıcı bir ateştir ki, benim ateşimi bile söndürür cevabını vermiş. Evet muhabbet öyle ilahi bir nurdur ki, onun mü’min kalblerde estirdiği maneviyat rüzgârlarını hiçbir kalem tarif edemez. İslam büyükleri, bu nurlar nurunu Muhabbetullah, Kelâmullah ve Resulullah diye tavsif ediyorlar.

Cenâb-ı Hakk, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e Kur’ân-ı Kerim’i göndermek suretiyle en büyük bir lütufta bulundu. Mukaddes kitabımızın mahiyetini, ulviyetini, şanını, azametini beyân etmek için yüzlerce, binlerce, on binlerce kitap yazıldı. Şairlerimiz Kelâm-ı Kadim’in fesâhatini, belâgatini -kısmen de olsun- anlatabilmek için nice güzel şiirler yazdılar. İslâm âlimlerini bir tarafa bırakınız, insaflı bazı Avrupalı bilginler ve müsteşrikler bile ilahi kitabımız hakkında övücü ve takdir edici yazılar kaleme aldılar. Merhum Eşref Edib’in bu konuda hazırladığı kitap gözden geçirilirse ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.

Bu mukaddimeden sonra demek istiyorum ki, Kur’ân düşmanlığının diğer adı da İslâm düşmanlığıdır. İsveçli İslam düşmanının ve diğer Batılı kâfirlerin mukaddes kitabımızı yakmaları, bizim Kur’ân’a olan muhabbetimizi daha da artırır.

Bilindiği üzere bu cinayet Türk kamuoyunda büyük infiale sebep oldu. Başta devlet adamlarımız olmak üzere her gruptan, her kesimden protesto sesleri yükseldi. Bu iğrenç hadise karşısında bazı sanatçılarımız da tepkilerini dile getirdiler. Sabah’ın ekinde gördüm. Usta sanatçı Selda Bağcan konuya ilişkin bir soru üzerine şöyle demiş:

“Bu olay affedilemez ve izâh edilemez. Siz hiç İncil yakan ve yırtan bir Müslüman gördünüz mü? Ben görmedim, göremeyiz de. Böyle olayların bir daha yaşanmamasını diliyorum.”

Hanımefendi doğru söylüyor. Bir Müslümanın İncil’i yakması aklının ucundan bile geçmez. Tam aksine biz Müslümanlar, tahrif edilmiş dahi olsa aslına hürmeten ve dört büyük kitaptan biri olması hasebiyle gerekli saygıyı gösteririz. Bu satırları yazarken aklıma geldi. Beyazıt Devlet Kütüphânesi’nin ikinci hafız-ı kütübü (müdürü) büyük allâme merhûm İsmail Saib Sencer işte bu hassasiyeti gösteriyor. Kütüphânede araştırma yapan bir zatın masasındaki İncil’in üzerine başka kitaplar koyduğunu görünce onu kibar bir üslûpla ikaz ediyor. “Efendi, dikkat et. Belki içinde tahrif edilmemiş ayetler var. Bunu düşünerek gerekli saygıyı gösterelim” diyor.

İnsanlık tarihini gözden geçirdiğimiz zaman yakılan kitap ve kütüphane sayısının dehşet verici rakamlara ulaştığını görürüz. Meşhur Çin Seddi’ni yaptıran imparator, korkunç bir karar alıyor; seddin inşasından sonra Çin medeniyetinin ve ilim tarihinin kendi devrinden itibaren başlamasını, önceki yıllara ait eserlerin yok edilmesini istiyor. Bunun için de Çinli bilginlerin ve tarihçilerin idam edilmelerini, mevcut kitaplarının hepsinin yakılmasını emrediyor. Ve bir günde dört yüz bilgin diri diri toprağa gömülüyor. Ülkede bulunan kitapların ve kütüphânelerin tamamı cayır cayır yakılıyor. Meşhur “Çin işkencesi” de böyle başlamış oluyor.

Endülüs, İspanya Hıristiyanları tarafından işgal edildiği zaman da böyle dehşet verici bir katliam ortaya çıktı. İslâm medeniyetinin ilim hazineleri ve bilgi depoları olan kütüphaneler birer birer ateşe verildi. Özellikle Gırnata’daki birbirinden muhteşem kitap sarayları yok edildi. Tuleytula piskoposu, sayısı beş bini geçen ve her biri hat şaheseri olan tezhipli Kur’ân-ı Kerim’i bizzat kırılasıca eliyle ateşe attı. Tarihler, bu facia esnasında yakılan kitapların seksen bin cildi bulduğunu kaydediyor.

Engizisyon tarihini kaleme alan Filorondo, 1481’de İspanya’da Engizisyon Mahkemeleri kurulduğu zaman, İbranice yazılan ‘Tevrat’ların nerede bulunduysa yakıldığını kaydediyor. Aynı müellif, Salamanka’da Yahudilik hakkında kaleme alınan altı bin ciltlik edebi eserin de ateşe atıldığını, bunlar arasında Doğu Edebiyatı’yla ilgili birçok kıymetli eserin de bulunduğunu belirtiyor.

Üzülerek ifade edelim ki, böyle feci tablolara İslam tarihinde de rastlıyoruz. Şu veya bu sebeple İslam bilginlerinin kaleminden çıkan birçok eserin yakıldığını görüyoruz. Gazneli Sultan Mahmut, Rey şehrini fethettiği zaman, Batınilere ve Mutezile mezhebine mensup bilginlere ait eserlerin yakılmasını emrediyor. İmam Gazalî’nin kitapları Endülüs’te büyük bir tepkiyle karşılanıyor, İhyâyı Ulûm nüshaları yer yer yakılıyor.

Ahmet Cevdet Paşa’dan öğrendiğimize göre Vehhabiler Üçüncü Selim devrinde Mekke’yi işgal edince büyük bir yağma hareketi başlıyor, kütüphanelerdeki kitaplar sokaklara atılıyor. Buhari ve Müslim gibi meşhur hadis kitapları caddelere fırlatılıyor ve o mübarek eserler ayaklar altında eziliyor. Gariptir ki, kitaba olan düşkünlüğüyle bilinen ve kendi adına muazzam bir kütüphâne kuran Şeyhülislam Ârif Hikmet Bey gibi münevver biz zat bile Şeyh Bedrettin Simâvî’nin Vâridât’ını nerede bulursa satın alıp yakıyor.

Bazı İslâm büyükleri de kendi kitaplarını, yine kendi elleriyle yakıyorlar. Mesela Ahmed bin Ebu’l-Havarî, tahsilini tamamladıktan sonra, tasavvufa intisap ediyor. Bütün kitaplarını Fırat nehrinin kenarına götürüyor. Orada bir saat kadar ağladıktan sonra, “Allah’ı tanımak için bana rehberlik ettiniz. Artık size ihtiyacım kalmadı!” diyor ve kitaplarını yok ediyor. Hicretin 400. yılında seksen yaşında vefat eden Ebu Hayyan et-Tevhidî, Bağdat’ta yaşadığı sıkıntılı hayata tahammül edemeyip, kütüphânesini ateşe veriyor. Bu hadise Bağdat’ta büyük bir tepki topluyor. Devrin kadısı kendisine bir mektup göndererek serzenişte bulunuyor. O da uzun bir mektupla karşılık veriyor. Tam yirmi yıl aralarında yaşadığı Bağdat halkının kıymetini bilmediğini, gerekli ilgiyi göstermediğini, büyük bir üzüntüyle dile getiriyor.

Osman Nuri Ergin tarafından kaleme alınan “Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti” adındaki kitapta yer alan konuyla ilgili bir anekdot da şöyle:

“Fatih Türbedârı Ahmed Amiş Efendi, tenevvürü ve yüksek hakikâtlere ulaşmayı kast ederek, Muhyiddîn-i Arabî’ye atfedilen şu cümleyi söylüyor:

Allah Teâlâ benden ne istersin dese: Ya Rabbi! Beni tekrar dünyaya gönder, yazdığım kitapları toplayıp yakayım demiştir.”

İsterseniz bir örnek de günümüzden verelim:

Şehir târihçiliğinin önemli isimlerinden merhum Osman Nuri Ergin’in, “Hüseyin Kâzım Kadri ve İnsan Hakları Beyannâmesi’nin İslâm Hukuku’na Göre İzâhı” adıyla kaleme alındığı eserinden öğrendiğimize göre, kültür dünyâmızın önemli isimlerinden biri olan bu zat, daha hayattayken kütüphânesini bağışlamak istiyor. Bu maksatla, 12.6.1932 târihinde, birbirinden değerli kitaplarını, dolaplarıyla birlikte arabaya yerleştiriyor. Beylerbeyi’ndeki evinden bizzat Üsküdar’a kadar götürüyor ve Hacı Selim Ağa Kütüphânesi’ne veriyor. Kitapların büyük bir bölümünü, Büyük Türk Lûgatı’nı yazarken faydalandığı çeşitli dillerdeki lûgatlar, kâmuslar ve ansiklopediler teşkil ediyor.

Bütün bu eserleri büyük bir sandığa dolduran Hüseyin Kâzım Kadri Bey, sandığı mühürledikten sonra garip bir teşebbüste bulunuyor. Emâneti kütüphânenin müdürü Ahmed Remzi Dede’ye teslim ederken, küçük bir tenekenin içinde bir miktar da petrol gazı veriyor ve şöyle diyor: “Ben öldükten sonra gelip bu kitapları senden isteyeceklerdir. Böyle bir durum söz konusu olduğu zaman şu gazı kitapların üzerine dök ve hemen yak.” Ancak aradan bir süre geçtikten sonra merhum tekrar kütüphaneye geliyor. “Sen memursun, bu dediğimi yapamazsın.” diyerek sandığı geri alıyor.

Şair Üsküdarlı Talât Bey de, eviyle birlikte kitaplarının da yanmasına çok üzülüyor, duygularını şu beyitle dile getiriyor:

Evimin yandığına yanmadım ammâ Talât

Yandı bin beyt-i metînim âna hâlâ yanarım.