Ayasofya’ya duyulan hayranlık bu hayranlığın tetiklediği heyecan, tarihi mabedin temellerinin atılışıyla başladı. Kostantin’in ahşap olarak yaptırdığı ilk Ayasofya çıkan bir yangında kül olunca, mâbed kısa süreli bir matem hayatı yaşadı. Jüstinyen tekrar kâgir olarak inşa ettirdiğinde ise, ona gösterilen ilgi zirveye çıktı. Adı geçen hükümdarın inşaatın bitiminde mabedi teftiş ederken galeyana gelip, “Ey Süleyman seni geçtim!” diye haykırması bu büyük alâkayı göstermektedir.
Ayasofya en büyük heyecanı -hiç şüphe yok ki- 29 Mayıs 1453’te yaşadı. Fatih, bu kadim Bizans kilisesini camiye çevirince Ayasofya da Müslüman oldu, böylece küfür karanlığından kurtulup İslam’ın nuruyla aydınlandı ve tabii ki İslâm âlemini mutlu etti. Bu mutluluk 1934 yılına kadar sürekliliğini korudu. Ayasofya Camisi aslî kimliğinden koparılıp müzeye çevrilince de 86 yıllık bir fetret devrine girdi ve bu matemin bir an önce sevince dönüşeceği tarihi hasretle bekledi.
Şükürler olsun ki, bu hasret Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın himmetiyle sona erdi ve Ayasofya tekrar ilgi, alâka ve heyecan kaynağı haline geldi. Şimdilerde Müslüman halkımız Ayasofya’da namaz kılmak için can attığı gibi, ziyaret için gelen yerli ve yabancı turistlerin oluşturduğu kuyruklar da metrelerce uzuyor.
Tarihçilerimiz ve edebiyatçılarımızın yanı sıra bazı mimarlarımızın da Ayasofya hakkında kaleme aldıkları yazılarda işte bu heyecan ve hasret duygusu dile getiriliyor. Sırf bu konuda yazılan şiirler bile, büyük hacimli bir “Ayasofya Şiirleri Antolojisi”ni doldurmak için yeterli olur. Bu söylediklerime Adnan Adıvar, İsmail Safa, Peyami Safa üçlüsünden bir örnek vermek istiyorum.
Önce Abdülhak Adnan Adıvar’la başlayalım:
Kendisinin, “Bilgi Cumhuriyeti Haberleri” isimli kitabında, “Hocamla Ben” başlığıyla yayımladığı bir yazıdan Ayasofya’nın o göz kamaştıran kubbeleriyle birlikte nasıl bir heyecan ve ilham kaynağı olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Şöyle anlatayım: Adnan Adıvar ya bir bayram veya bir kandil gecesi Sultanahmed meydanına gidiyor. Meydana adını veren caminin minareleri ay aydınlığı ile giyinmiş, boyunlarına üç sıra pırlanta gerdanlık takmış altı narin gelin gibi göklere yükselmektedir. Onların arasında Ayasofya’nın minâreleri, -bu mabedin müze olması dolayısıyla- hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bu minareler, tıpkı öksüz çocuklar gibi, bu bayramda da sevinmemişlerdi.
Yayvan Kubbe, dinlendirilmiş şamdanların ortasında somurtkan, fakat azametli görünüşüyle oturuyordu. Bu kubbe, bu manzarasıyla Adnan Adıvar’a birdenbire aziz hocası İsmail Safa Bey’i hatırlatıyor. Adnan Bey, Ayasofya’nın önünden bin defa geçtiğini, Orta Çağ’ı kapayıp Yeni Çağı açan muazzam bir altın anahtar gibi duran, yaldızlı alemiyle bu kubbeyi bin kere seyrettiğim halde ancak bu defa şair İsmail Safa’yı hatırlattı diyerek, duygularını dile getiriyor.
İsmail Safa o zamanlar Vefa Lisesi’nde edebiyat hocalığı yapmaktadır. Ramazanlarda mektep öğleden sonra açılmakta, dersler mahmur bir eda içinde geçmektedir. Hocalar da talebeler de -niyetli olsunlar, olmasınlar- bir oruç keyfi hüküm sürmektedir. İşte böyle bir Ramazan günü, kendi şiirlerinden asla bahsetmeyen İsmail Safa, Ayasofya adlı şiirini daha Servet-i Fünûn’da yayınlanmadan bir talebesine yazdırıyor. “Bir kubbe ki vicdân-ı muvahhid gibi muhkem” diye başlayan bu samimi şiirin, Servet-i Fünûn âilesinin hoşuna gitmesi mümkün değildir. Oysa bu şiir, o Ramazan havasının içinde Vefa Lisesi’nin talebelerini ve tabii ki Adnan Adıvar’ı da çok sarmıştır. Ve öğrencilerin hepsi bu şiiri ezberlemiştir. Çünkü bu şiirde “mehabetli bina”nın azameti, ihtişamı ve rûhanîyeti terennüm edilmektedir. Pencerelerinden yayılan latif sadaları ve Fatih’in “nakus menar” ettiği yani İslam’ın nuruyla nasıl aydınlattığı bir güzel dile getirilmektedir.
Adnan Adıvar, hocası İsmail Safa’nın böyle bir Ayasofya şiiri dolayısıyla kaleme aldığı yazısına şöyle bir not ilâve ediyor: “Ayasofya Camii’nin müzeye tahvilinin inkılap hadiselerinden biri gibi telâkki edildiğini zannetmiyorum. Hatta o vakitler, bu hadisenin Garp’ta büyüklüğü ve ehemmiyeti ile mütenasip (uygun) bir alâka ve heyecan uyandırmadığından şikâyet eden bir makale bile okumuştum.”
Şimdi sıra, İsmail Safa’nın oğlunun yazısında. Merhum Peyami Safa, 1961’de Yeni İstiklâl’de neşrettiği Ayasofya yazısında şunları söylüyor:
“Ezanın çana karşı en büyük zaferi, beş yüz sene evvel, kiliseden câmi hâline getirilen Ayasofya minarelerinden ‘Hayye ale’l-felâh’ sesleri yükseldiği zaman ilâhî ifadesine kavuştu. Bu sesler devam ettiği müddetçe Hıristiyanlık âleminde İstanbul’u yeniden ele geçirmek ancak delilerin rüyâsına girebilirdi. Çanakkale harpleri bu şehri fethetme teşebbüslerinin akıl dışı maceralar olduğunu gösterdi.
Fakat Ayasofya minarelerinden ezan sesi kesilince Orta Çağ ihtirasları kabarmaya başladı. Bu defa İstanbul’a Çanakkale Boğazı’ndan değil, Türk’ün târih şuuruna çaktırmadan, iğfalin lastik pabuçlarıyla sessizce ve hırsızca girmek hayalleri doğdu. Başta UNESCO, milletlerarası kültür teşekkülleri vasıtasıyla Ayasofya semtinde bir (Cité Historique-Tarih Köşesi) vücuda getirmek teşebbüslerine girişildi.
UNESCO Paris merkezinin, bir zamanlar İdare Heyeti’nde bulunduğum milli komisyona kadar intikal eden gayretlerinde bizantinologların tesîri başta geliyordu. Komisyonda teklifi reddetmeye muvaffak olduk. Fakat merkez ısrar ediyordu.
Bu teşebbüse müvazi (paralel) olarak bir de, Ayasofya ve civarını Vatikan gibi serbest ve müstakil bir bölge halinde ve Patrikhaneye bağlı ruhânî bir merkez şekline sokma gayretleri devam etmektedir. Bu gaye için İskenderiye Patriği’nin İstanbul’a geldiği, Yeşilköy Hava Meydanı’nda Rum metropolitleriyle konuştuğu malûmdur. Gazeteler, bu metropolitlerin hava meydanına dinî elbiseleriyle ve Türk kanunlarına aykırı olarak gittiklerini de yazmışlardı. Patrik, buradan Moskova’ya uçtu ve İstanbul’daki temasının neticelerini Moskoflara sundu. Sovyetlerin de desteklediği bu plânın İstanbul’u gayr-i askerî tertiplerle ele geçirmenin ilk merhalesi olduğu muhakkaktır.
Din mücadelelerinin sona erdiği bir dünyada yaşadığımıza inanmak gaflettir. Kıbrıs dâvâsında Ortodoksluğun oynadığı büyük rol göz önündedir. Ayasofya’nın müze hâline getirilmesi, Hıristiyanlığın İstanbul üzerindeki emellerini bertaraf etmemiştir. Bilâkis cesaretini artırmış, kışkırtmış ve azdırmıştır. Geçenlerde Atenagoras’ın, Patrikhaneyi kendi muhafızlarıyla korumak için giriştiği teşebbüsler de aynı cür’etli plânın adımlarından biriydi.
Ayasofya’nın tekrar cami haline gelmesini isteyenlerin emellerini yobazca bir hayâl sanmak da gafletlerin gafletidir. Fatih yobaz değildi. Hıristiyanlığa verdiği imtiyazlar bunun delilidir. Fakat Ayasofya minarelerinden yükselecek ezan sesinin bu şehirde İslâm-Türk hâkimiyetini ebedileştireceğini biliyordu. Beş asır sonra torunları arasında bunu unutabilenlerin bulunabileceğini tahmin edemezdi.
“Girânhâb-ı gafletsin ey kavm uyan
Uyan, belki bir devr-i mâkus olur
Ezanken bu sesler uyan, korkarım,
Vatan bir taningâh-ı nâkus olur
Bizi rûh-i pâk-i Muhammed bile
Görür Arş-ı Âlâ’da me’yûs olur,
Uyan, artık ey halk, tâkey1 sükût!
Bu samtın2 sonu bank-i efsûs3 olur.”
1- Tâkey; ne zamana kadar.
2- Samt; sessizlik.
3- Bank-i efsus olur; yazık ki, sersemlik,
budalalık olur, demektir.
https://www.yenisafak.com/yazarlar/dursun-gurlek/ayasofya-heyecani-devam-ediyor-4577247