Yüzyılımızın en büyük kitabiyat bilgini, İsmail Saib Sencer, prensiplerinden ve kıyafetinden taviz vermemek için İstanbul Üniversitesi’ndeki Arap Edebiyatı profesörlüğünden istifa ettikten sonra Bayezid Devlet Kütüphanesi’nde hâfız-ı kütüp olarak göreve başladı. Bundan sonraki hayatı bir nev’i münzevi halinde geçti. İlmiye sınıfının simgesi olan sarığını başından, kaftanını sırtından hiçbir zaman çıkarmadı. İlmiyle, faziletiyle, son derece geniş ve derin olan mahfûzatıyla Bayezid Devlet Kütüphanesi’ni tam bir cazibe merkezi haline getirdi.
İsmail Saib Efendi on binlerce kitabı tanıyan; yazarlarını, basılış tarihlerini olanca ayrıntılarına kadar bilen mükemmel bir hafıza şampiyonu idi. İstanbul’da bulunan kütüphanelerin katalogları hemen hemen ezberindeydi. İşte bu özelliğinden dolayı dünyanın dört bir yanından gelen âlimler Hazret’in etrafında pervane oluyorlardı.
Bir gün pencerenin içinde asılı duran teneke musluğun önüne çökmüş, ellerini yıkıyordu. Tam bu sırada Hindistan’dan okunması gayet zor bir vakfiye getirmişlerdi. Getirenlerin dolaşmadıkları yer, baş vurmadıkları kimse kalmamıştı. Ne yazık ki okuyana rastlanmamıştı. En sonunda İsmail Saib Efendi’yi tavsiye etmişler, bunu ancak onun okuyabileceğini söylemişlerdi. Gerçekten de elinde vakfiye bulunan zat, büyük bir saygıyla Hoca Efendi’nin yanına sokulmuş, o da ellerini yıkamaya devam ederek, başını hafifçe vakfiyeye doğru çevirmiş ve bir çırpıda okumuştu.
İsmail Hoca’ya ilmi bir mesele sormak, tarihin derinliklerinde adı-sanı unutulan herhangi bir önemli şahsiyetin biyografisini öğrenmek için müracaatta bulunanlar onun huzurundan bahtiyar insanlar olarak ayrılırlardı. Çünkü kendisine başvuranların bütün sorularını “efrâdını câmi, ağyârını mâni” cevaplandırır, aradıkları bahislerin hangi kitapların kaçıncı cildinde olduğunu, bazen sayfa numaralarını da vererek derhal söylerdi. Herhangi bir Arapça kitabın, herhangi bir sayfasının veya sayfalarının yırtılarak kaybolan parçalarındaki cümleleri kafasından yazdırır, bu, aynı kitabın sağlam bir nüshasıyla karşılaştırılınca hepsinin doğru olduğu anlaşılırdı. Batılı müsteşrikleri İstanbul’a çeken Hoca’nın işte bu harika özelliğiydi. Alman doğu bilimcisi O. Rescher’in ifadesiyle Arap gramerinden Gazâli’nin ahlakına, Muhyiddin-i Arabi’nin tasavvufuna, İbn-i Nefis’in tıbbına kadar her konuyla yakından ilgilendi.
Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Belleten’in 4. cildinin 13. sayısında yayımladığı makalede İsmail Saib Sencer ile meşhur Kâtip Çelebi’yi karşılaştırırken diyor ki:
“Keşfüzzünun ile tarihi eserlerini okuduğumuz büyük Türk âlimi Kâtip Çelebi’yle İsmail Saib Sencer’in kitabiyyat, tercüme-i hal, tarih ve edebiyat hususundaki bilgileri ve vukufları mukayese edilince, on yedinci yüzyılın bu büyük bilgini, üstad İsmail Saib’in yanında -hiç mübalağa etmeden söyleyelim- bir tilmiz (öğrenci) gibi kalır. Hoca merhum Kâtip Çelebi’nin şaheseri olan Keşfüzzünun’un bir kısım yerlerini tashih etti. Daha sonra birçok ilavelerde bulunmak suretiyle Kâtip Çelebi’ye bir zeyl hazırladı. Eser böylece mükemmel bir hale getirildikten sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nca bastırıldı.”
İşte bir örnek daha:
Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, 1936-’37 yılları arasında İbn-i Sina’yı anma törenleri için hazırlıklar yapar. O da diğer ilim erbabı gibi İsmail Efendi’nin kapısını çalar. “Kütüphanenin içindeki kütüphane” diye nitelendirilen Sencer Hoca, böyle bir çalışma için gerekli bütün kitapları, belgeleri ortaya yığar. Ayrıca uzun uzun açıklamalarda bulunur, bütün soruları bıkmadan, usanmadan cevaplandırır. Süheyl Hoca kendisine verilen görevin İbn-i Sina mütercimi Kânun Mustafa Efendi’nin biyografisi ile İbn-i Sina’nın resimleri olduğunu söyler, harıl harıl İbn-i Sina’nın el yazısını aradığını belirtir. Mehmed Kazvînî, Paris’teki Milli Kütüphane’de birini bulmuş ve bunu neşretmiş diye de kendisine söyler. İsmail Saib Efendi, o yazının fotoğrafını ister. Eline alıp baktıktan sonra hafifçe gülümser ve der ki:
Bu, İbn-i Sina’nın kaleminden çıkma değildir. Zira onun yaşadığı Hicri 5. yüzyılda ta’lik yazısı yoktu. Ta’lik bundan daha birkaç asır sonra ortaya çıkan bir yazıdır. Kazvînî, hata etmiştir. İşte onun bazı yazılarındaki isabetin derecesine bu bir ölçüdür.
Eski Milli Eğitim Bakanlarından meşhur Hasan Âli Yücel de “Mevlânâ’nın Rubaileri” isimli kitabını hazırlarken, Hazret’in el yazılarını tespit etme hususunda çok zorlandığını, ancak İsmail Saib Hoca’nın, imdadına yetişerek müşkilini hallettiğini adı geçen eserinde belirtir.
Merhumun dini hassasiyeti o kadar ileri bir derecedeydi ki, kütüphanede Kur’an-ı Kerim’in üzerinde herhangi bir kitap gördüğü zaman çok rahatsız olur, onu oraya koyan kimseyi şiddetle ikaz ederdi. Hatta bu hususta o kadar ileri giderdi ki, aynı tepkiyi İncil için de gösterirdi. Bir gün kütüphanede bir Ermeni’nin İncil nüshasını rastgele bir şeyin altına koyduğunu ve ondan bu şekilde yararlandığını görmüş, buna da engel olmuş, “O da Kur’an gibi vahyedilmiş bir kitaptır” diye konuşmuştu.
Geçen mart ayının yirmi ikisi, işte bu büyük allâmenin vefatının 81. yıl dönümüydü. Gerek Kütüphaneler Haftası münasebetiyle, gerekse yıl dönümü dolayısıyla Merkez Efendi’de sırlanan Hazret’i bir kere daha rahmetle anıyorum. Rahmetullahi aleyh!.
Kaynak / Yeni Şafak Gazetesi