DURSUN GÜRLEK - AFFEDERSİNİZ EFENDİM…

DURSUN GÜRLEK - AFFEDERSİNİZ EFENDİM…

DURSUN GÜRLEK - AFFEDERSİNİZ EFENDİM…


Metrodan çıktım. Yürüyen merdivenlere doğru yürüyordum. Derken, arkadan gelen birisi ayağıma bastı. Dönüp bakınca “Affedersiniz efendim!” dedi. Bu iki kelimelik cümleyi mahcubane ve öyle içten söyledi ki, şu zat, bir kere daha ayağıma bassa da yine “efendice” özür dilese diye içimden geçirdim.

Böyle özür dilenmesi gereken durumlarda “affedersiniz” kelimesi artık pek fazla kullanılmıyor, sadece Fransızcadan gelen “pardon” sözüyle yetiniliyor. Yani demek istiyorum ki, pardon çıkalı eşeklerin sayısı da bir hayli çoğaldı. Ama olsun. Hiç özür dilemeyip de bön bön insanın yüzüne bakanları görünce pardon diyenlere de minnet duymaya başlıyoruz.

İfade ettiği mânânın son derece geniş kapsamlı olması dolayısıyla kültür tarihini ve irfan meclislerini süsleyen “Efendi” kelimesi üzerinde biraz durmak istiyorum. Edebiyat tarihçiliğinin yanı sıra İstanbul efendisi olarak da bilinen ve tanınan merhum Nihat Sami Banarlı, “Türkçenin Sırları” isimli eserinde efendiliğin ne anlama geldiğini ve bu sıfatın kimleri güzelleştirdiğini nev’i şahsına münhasır bir üslupla dile getiriyor.

Osmanlı Türkçesini zenginleştiren ve imparatorluk dili yapan sebeplerden biri de her lisandan kelime almış olmasıdır. Evet bu güzel Türkçeyi sadece Arapçadan, Farsçadan gelen kelimeler teşkil etmiyor; onların arasında Yunanca, Latince, İtalyanca, hatta Ermenice kelimeler de bulunuyor. İslami Türk zevki ve kültürü bu kelimeleri fethettiği ülkelerden çok kere çiçek derler gibi derledi, kendi zevk ve mânâ bahçelerinde yetiştirdi ve lisanımıza yerleştirdi. İşte efendi kelimesi de böyledir.

Türkçede; efendi, efendim, efendimiz, efendi hazretleri, beyefendi, hanımefendi gibi her haliyle efendilik ifade eden bu söz, hatta efendi millet deyiminde bütün Türk milletinin asil unvanı oldu.

Kelimenin aslı, eski Yunanca da authemtes ve Rum telaffuzunda aftendis’dir. Başlangıçta mutlak hâkim demek veya bir kölenin yahut da bir cariyenin sahibi olan kimse demekti.

Türkçede on üçüncü yüzyıldan beri kullanıldığı görülen efendi kelimesi, bugünkü yazılı kayıtlara göre, önce Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’nin kızı Melike Hatun için söylendi. Halk ona efendimizin kızı deme saygısını ve sevgisini gösterdi. Zaten lügatlerde “Mevlânâ”nın Arapça asıllı olduğu, efendimiz anlamına geldiği belirtiliyor. Bakınız kendisi de Mevlevi olan Arif Nihat Asya, ne güzel söylüyor: “Bizi öksüz bırakma arkanda/ Ey aziz, ey celil Mevlânâ.” Kelimeyi on beşinci yüzyılda İstanbul fatihi Sultan İkinci Mehmed’in kendisi için kullandığı,

bu hükümdarın Galata ahalisine verdiği Rumca fermandan anlaşılıyor.

Uzun uzun anlatmaya ne hacet, biz bu kelimeyi Resûlü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam için kullanmıyor muyuz? Peygamber Efendimiz, Fahr-i Kâinat Efendimiz demiyor muyuz? Bu satırları yazarken aklıma geldi. Kendisinin naklettiğine göre, Yahya Kemal’in annesi sık sık “Oğlum, bir Muhammed Efendimizi, bir de Murad Efendimizi çok sev!” dermiş. Şeyh Galib de, şeyhliğinin galebesiyle Peygamberimize duyduğu derin muhabbeti şu beytiyle dile getirmiş: “Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin Efendim / Hak’dan bize sultân-ı müeyyedsin Efendin”

Özetle söylemek gerekirse efendi kelimesinin ihtiva ettiği mânâyı birkaç açıdan ele almak ve açıklamak mümkündür. Kültür tarihimizin sayfalarını şöyle bir çevirirsek, şehirlerin efendisi İstanbul’a, çeşitli sıfatlarla hizmet edenlere de “İstanbul Efendileri” denildiğini görürüz. Niçin söylemeyelim, İstanbul’un ilk efendisi Efendiler Efendisi olan Peygamber Efendimizdir. Konstantıniyye’nin fethedileceğini müjdeleyen hadis-i şerifte de bu husus zaten ifade ediliyor. Peygamberimizden sonra, bu altın halkanın diğer pırlantalarını belirtmek gerekirse Eyüp Sultan, Akşemseddin hazretleri ve Hızır Çelebi gibi mübarek ve muazzez isimleri sıralayabiliriz. Bu sonuncu isim – bilindiği üzere – İstanbul’un ilk kadısıydı aynı zamanda padişahın da müsahip hocasıydı. Fatih, ilk iş olarak Nasreddin Hoca’nın soyundan gelen bu âlim ve ârif şahsiyeti İstanbul kadısı, yani bir bakıma belediye başkanı olarak görevlendirdi. Onun ismi ayrıca daha sonra Kadıköy’e, daha doğrusu Kadıköyü’ne verildi. Kalkedonya, Kadıköyü oldu. Kabr-i Şerifi de Unkapanı’nda, ilim dünyamızın pırlanta ismi Kâtip Çelebi’nin mezarının yanında bulunuyor.

Ebussuud Efendi, Şeyhülislam Yahya Efendi gibi Osmanlı ulemasının birçoğu da bu sıfatla anılıyor. Hace-i Evvel Ahmet Mithat Efendi bu unvanıyla çok övünüyor. İsterseniz buna bir örnek verelim.

Ercüment Ekrem Talu diyor ki:

“İkinci Meşrutiyete tekaddüm eden yıllarda bir gün rahmetli babamla Beykoz’a gezmeye gitmiştik. Çayır boyunca dolaştıktan, İshakağa Çeşmesi’nin önündeki paçacıdan da karnınızı doyurduktan sonra vapur vaktine kadar olan bir buçuk saatlik müddeti nasıl geçireceğimizi düşünürken babam:

- Haydi, şurada Mithat Efendi’ye uğrayalım. Fırsat dedi.

Yalının kapısını çaldık. Tesadüfen Ahmet Mithat Efendi orada imiş. Bizi bahçesinde kabul etti. Babamla bir hayli konuştular. Ayrılacağımıza yakın Efendi, babamla sohbete dalıp beni ihmal ettiğinin farkında oldu. Bu hareketini tamir için bana döndü ve sordu:

- Mektebe devam ediyorsunuz değil mi?

- Hayır, beyefendi! Bitirdim, cevabını verdim. O anda kaşları çatılır gibi oldu:

- Ben, beyefendi değilim, evladım dedi. Ben sadece efendiyim. Anladın mı? Bir daha bana hep böyle hitap et!”

İkinci Mahmud’un müsteşarı Halet Efendi gaddar bir adamdı. Rakip kabul ettiği kimseleri kılıfına uydurup ortadan kaldırırdı. Astığı astık, kestiği kestik idi. Moralı Osman Efendi de onun rakiplerinden biriydi, Halet Efendi, derviş yaratılışlı, kibar bir zat olan bu zata da her türlü eziyeti yapmıştı. Buna rağmen bayramlaşmak için konağına gelince kapıya kadar uğurlarmış. Bunun hikmetini sormuşlar. Evet, ben bu adamı hiç sevmem. Malını, mülkünü ve rütbesini aldım. İstersem canını bile alırım. Fakat üzerinde öyle bir Osman Efendilik var ki, onu bir türlü alamıyorum, cevabını vermiş.

Anlatabildim mi efendim?..