AYHAN ÖZ -BİZ MEVCUT DURUMDA NE KADAR BİRBİRİNE GÜVENEN, BİRBİRİNE GÜVEN VEREN BİR TOPLUMUZ? 08 MAYIS 2023 PAZARTESİ

AYHAN ÖZ -BİZ MEVCUT DURUMDA NE KADAR BİRBİRİNE GÜVENEN, BİRBİRİNE GÜVEN VEREN BİR TOPLUMUZ? 08 MAYIS 2023 PAZARTESİ

AYHAN ÖZ -BİZ MEVCUT DURUMDA NE KADAR BİRBİRİNE GÜVENEN, BİRBİRİNE GÜVEN VEREN BİR TOPLUMUZ? 08 MAYIS 2023 PAZARTESİ


El-Medinetü’l-Âmine

Farabi’nin meşhur eseridir el-Medinetü’l-Fâzıla. Farabi bu kitabında fâzıl, erdemli bir şehrin yönetici ve halkının özelliklerini ele alır. Bu yazının başlığı bahse konu esere dayanıyor esasında. El-Medinetü’l-Âmine, güven veren, güvenilir şehir anlamına geliyor. Erdemli olmakla güvenilir olmak arasında çok güçlü bir ilişki olduğunda şüphe yok. Erdemli şehrin temeli güvene dayanıyor zira. Erdemleri ancak birbirine güven veren insanların yaşadığı bir toplum kuşanabilir.

İslam medeniyeti de bu temel üzerine kuruluyor ve bu temel üzerinde yükseliyor asırla boyunca. El-Medinetü’l-Âmine ideal İslam toplumunu temsil eden bir kavram olarak kullanılacak bu yazı boyunca. Güven, İslam medeniyetinim mayası. Gelin bunu, kurucu kavramlar üzerinden okumaya çalışalım. Önce “İslam” kelimesinin kendisi ile başlayalım. Arapça “slm” köküden türetilmiş bir kavram olan İslam, güvende olmak, güven vermek, güvendiğine teslimiyet göstermek anlamlarına geliyor. Öncelikle Allah’a duyulan güveni ve teslimiyeti ifade ediyor tabi ki. Bunun yanında Müslümanın çevresine güven vermesi, Müslümanın Müslümana güvenmesi gerektiğine işaret ediyor. İslam olmak, güven vermek, güvende olmak, güvenle bağlanmak demek özetle.

Bir diğer kurucu kavram ise “İman”. Her şey iman ile başlıyor ve onun üzerine temelleniyor esasında. Arapça “emn” kökünden gelen bu kavram; korkunun zıddını, yani emniyette olma durumunu, güven verme ve güven duyma halini ifade ediyor. Türkçemizde güven ve iman arasındaki ilişkiyi belki de en iyi ifade eden kavram “eman” kavramı. Mümin, gittiği yere imanın gereği olarak güveni götüren kişidir. Mümin olan ya da müminle beraber olan güvendedir. Hz. Peygamber Mekke’yi fethettiğinde ne yapmıştı bir hatırlayalım? Mekke halkına bir eman vermişti. Kabe’ye ve Ebu Süfyan’ın evine sığınanların ya da evine kapanıp kapısını kapayanların canlarının ve mallarının emniyette olacağını ilan etmişti. Ya büyük komutan Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde ne yapmıştı? O da Allah adına yemin ederek İstanbul’daki Hristiyan tebaaya yönelik bir “amannâme” yayınlamıştı. Müslümanlarla ilk kez tanışan bir halka ilk olarak İslam’ın güven veren yüzünü göstermişti. Bu yazının ilham kaynağı olan el-Medinetü’l-Fâzıla isimli eserine Farabi’nin Allah’a iman bahsiyle başlaması da bu açıdan dikkat çeken bir husus. Zira böyle yaprak erdemli bir şehrin ancak kâmil bir iman üzerine temellenebileceği vurgulanmış oluyor.

Dikkat edileceği üzere “iman” ve “İslam” kavramlarının ortak yanı güvene işaret ediyor olmaları. İman daha çok şeksiz, şüphesiz, tam bir güven ve sadakatle Yüce Allah’a inanmayı ifade ediyor. Yani Yaratıcı’ya duyulan mutlak güveni yansıtıyor. İslam ise sanki Müslüman’ın karşındakine güven veren tavrını anlatıyor. Tam bir güvenle Allah’a inanan bir mü’min ile etrafındakilerin kendisinden güvende olduğu bir Müslüman aynı kişide cem oluyor adeta. Hz. Peygamberin buyurduğu üzere “Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir.”[1] Bu hadise, Kütüb-ü Sitte diye bilinen en güvenilir hadis kaynaklarında “iman” bahsinde yer verilmiş olması da güven ve iman ilişkisini göstermesi bakımdan oldukça manidar.  

Bunlara bir de “selam” kavramını ekleyelim. Peygamberimizin, Müslümanlar arasında sevginin yayılması için önemle tavsiye ettiği selam verme sünneti de güvene dayılı güçlü bir mesaj içermiyor mu sizce? Selam veren kişi karşıdakine “Ben Müslümanım, benim temel vasıf güvenilir olmak. Benden korkmana gerek yok. Benden sana zarar gelmez. Bana güvenebilirsin” demiş olmuyor mu? Selam verip selam almak Müslümanlar arasındaki sevgi kadar güveni de büyütüyor. Tabi bunu başarabilmek için sadece selam sözcüklerini ifade etmek yetmiyor; bu selamet ve esnelik halinin mü’minin tavrına yansıması gerekiyor.

Güvenin ne demek olduğunu, bir insanda güvenin nasıl tecessüm edeceğini biz Hz. Peygamberde görüyoruz. Onun bütün hayatı güven üzerine kurulu. Annesi bile Âmine ismini taşıyor. Âmine; yani emin olan, güven veren, mümine bir anne. Annesinin güven veren ikliminde büyüyor. Hz. Peygamberin lakabı ise “Muhammedü’l-Emin”; yani “Güvenilir Muhammed”. Bu lakap ona, Peygamberlik vazifesi ile görevlendirilmeden çok önce verilmiş Mekke halkı tarafından. Yani güvenilir annenin dosta düşmana güven veren, güvenilir evladı. İnansın inanmasın Mekke halkının tamamının ortak ikrarı bu.

Bizler temel kurucu kavramı “güven” olan bir dinin mensupları; “güvenilir” vasfıyla sevgi ve teveccüh görmüş bir peygamberin ümmetiyiz. Buna ilaveten güvenilir bir toplumun, yani el-Medinetü’l-Âmine’nin nasıl vücut bulacağını gösteren örneklere ve önderlere sahip bir milletiz. Tabi tam da bu noktada şu soruları kendimize sormak durumundayız: Biz mevcut durumda ne kadar birbirine güvenen, birbirine güven veren bir toplumuz? Güvenin olmadığı bir yerde erdemleri nasıl hayatımıza taşıyabiliriz? Müslümanın en önemli vasfı olması gereken güveni nerede zayi ettik ya da ondan ne uğruna vazgeçtik? Güvenin olmadığı bir yerde imandan, İslam’dan, selamdan, selametten bahsetme imkânımız var mı?

Öncelikle işe güveni yeninden aramızda tesis etmekle başlamak durumundayız. Bir Müslüman olarak sıklıkla “İnsanlara niye bu kadar güveniyorsun?” sorusuna muhatap olmak ve işin sonunda da bunu söyleyenlerin haklılığına tanıklık edip güven duymanın mahcubiyetini yaşamak çok acı geliyor bana.  Halbuki biz bu güven ortamını hâkim kıldık zamanında ve halen de bunu yapabiliriz. Benim çocukluğum Anadolu’da bir orman köyünde geçti. Bizim köyde evlerin dış kapıları yatma zamanı gelinceye kadar kilitlenmezdi. Bizim traktörümüzün anahtarı ya traktörün takım çantasında ya da oturma minderinin altındaydı. Hatta babam taksimizin kapılarını hiç kilitlemez, anahtarını da üzerinde bırakırdı. Bugün halen Anadolu’da dükkânını kilitleme gereği duymadan kapısını çekip namazına gidebilen esnaflar ve bu güven ortamını teneffüs eden beldeler var. Yazının başlığı el-Medinetü’l-Âmine, emniyetli şehir; ama emniyeti şehirde aramakla hata mı ediyoruz acaba? O kadar güvenlik görevlisi, o kadar güvenlik kamerasına emniyetli bir yerde neden gerek duyulsun ki? Kim bilir, Anadolu’daki mütevazi yaşam ve samimi ortam imanı da güveni daha çok besliyordur belki! Sahi güveni mekânda mı insanda mı aramak gerekir? Tabi ki asıl olan insan. Biz güvenilir olursak şehir de güvenli olur kasaba da.