Kant, kendinde ilkeyi benimsediğimizde, ahlaki normu kendimizde gerçekleştirebileceğimizi, genel olarak insanlığın yararına seçimde ve eylemde bulunabileceğimizi düşünüyordu. Ancak Kant, insanların yine de kendinde iyi eylemi seçmeyeceklerini biliyordu. Geriye Tanrı’nın inayetinin ortaya çıkmasını beklemekten başka çıkar yol yoktu. Kant’a göre Tanrı tabii afetlerle insanı terbiye eder.
Kant’ın bu fikrini tabiat olayları yanlış kullanıldığında “suçluya ceza, sonrakilere ikaz-uyarı” şeklinde anlayabiliriz. “Ceza ve ikaz” terimlerini doğru kullanmak lazım.
Bu deprem bir yönüyle ceza idi ama geçmiş kavimlerde anlatıldığı türden bir ceza değildi, öyle olsaydı, tek bir bina ayakta kalmaz, kurtulan tek bir şahıs olmazdı. Bir tabiat olayını böylesine yıkıcı bir afete çevirenler suçludur ve onların kahir ekseriyeti hayattadır; bunlar gerçek şahıslar ve mercilerdir ki, masumların da böylesi afetlerde zarar görmesi tam olarak zalimlerin suçudur (8/Enfal, 25).
Toplu verilen cezalarda isyan halindeki toplumu uyaran bir peygamberin bulunması, o peygamberin uyarılarını hakkıyla yerine getirmesi ve isyankârların “madem doğru söylüyorsun, o zaman bizi kendisiyle tehdit ettiğini azabı hemen getir” diye meydan okuması gerekir. Geçmişte toplu azaba maruz kalanlar şer’î (sosyo-politik ve ahlaki) yasaları ihlal ettiklerinden ihlalleri bilvasıta kevnî yasanın ihlaline yol açtı, böylece azaba müstahak oldular. Hz. Peygamber’in gelişinden sonra artık bu türden azab gelmez (8/Enfal, 33). Fakat bu da garanti değildir, belki sadece 610-632 yılları arasına mahsus bir muafiyettir; şerir insanların tercihleri ve eylemleri sonucu bugün gezegendeki canlıların varlığı tehdit altına girmiş bulunuyor; mesela nükleer silahların kullanıldığı bir Üçüncü Dünya Savaşı’ndan sonraki savaşlar taş ve sopalarla olabilir ancak.
Tabiatta cereyan fiziki olay olan depremlere bizi varlığın, hayatın müteal/aşkın boyutuyla yüz yüze getirmesi bakımından birer inayet gözüyle bakabiliriz. Hıristiyan teolojisinin frzettiğinin aksine, bizi yıkıcı afetlerle varlığın aşkın, öte ve bâtınî/enfüsi boyutuyla yüz yüze getiren günahkâr tabiatımız değil, acizliğimizdir. Çünkü varlıkta, mesela kucağında yaşadığımız maddi tabiatta meydana gelen fiziki altüstler sonucu uğradığımız zarar ve hasarın önemli bir kısmından biz sorumluyuz lakin gücümüzün yetmediği olaylar da bir anda bize muazzam zarar ve hasar verebiliyor. Tepemize bir meteor düşse ne yapabiliriz!
Kader ölçü, yasa, prosedür demektir; ihlal edildiğinde ceza gelir bu da ilahi takdirdir. Ama rahmetli Sezai Karakoç’un dediği gibi “kaderin üstünde bir kader vardır.” 22 senedir İngiltere’de yaşayıp oturum alamadığı için annesini babasını görmeyen bir Antepli tam deprem günü ailesini ziyarete geliyor ve o gece depreme yakalanıp vefa ediyor. Bu mülk aleminde işleyen kaderin üstünde onun ecelini tayin eden melekut aleminin kaderinin kazası değil mi? Ya da Maraş’ta görevli oğlunu ziyarete giden Manisalı bir babanın o gece depremde vefat etmesi!
Hikmet gözüyle bakabildiğimizde depremler bize aczimizi hatırlatır. Aydınlanma’dan bu yana insan tabiatı denetimi altına alabileceğini, dilediği gibi üzerinde tasarrufta bulunabileceğini düşünüyor. Bilim ve teknolojinin yöneldiği hedef tabiat üstünde tahakküm ve tabiatın potansiyellerinden destursuz istifade etmektir. Ama yer kabuğu kırılır, böylece kibrin ve Allah’a karşı müstağni davranmanın ne kadar boş ve aldatıcı olduğunu öğrenmiş oluruz.
Afete dönüşmüş tabiat olaylarının vukuuyla bir anda hayat akışı kesilir, tul-u emel yapıp da plan ve projeler peşinde koşarken her şeyin birkaç saniye içinde sonlandığını anlarız. Gece yatağa zengin girmişken, her şeyimiz elimizden gitmiş olarak sabahlarız. (Bahçe sahipleri gibi. Bkz. 18/Kehf, 42-44; Kalem, 17-33.) Bahçe sahibi servetine ve mülküne hiçbir gücün zarar vermeyeceğini söylüyordu, gece aniden kopan şiddetli bir kasırga ile serveti hâk ile yeksân oldu.
Yine de afetler büsbütün zarar vermekle kalmaz, bize bazı şeyler öğretir. Depremin en öğretici hasletlerinden biri bize insanlığımızı hatırlatması oluyor. Ben “insan”ın zatının mahza iyiliğe referans alınmasını doğru bulmuyorum; insan özünde Allah’ın muradıdır ama aynı zamanda amorftur; iyiliğe ve kötülüğe de meyyaldır. Kötülüğü huy ve meslek edindiğinde en vahşi hayvanlardan daha vahşileşebilir. Depremin bunca yıkıcı etkiler yapmasının bir sebebi “vahşi kapitalizm”in laik veya sahte dindarın ruhunu esir almasının sonucu değil mi?
Yine de diğer canlılardan farklı olarak “empati” yapabilen varlıktır insan. Deprem sonrasında 3 ila 5 milyon arasında insanın yerinden olduğunu, daha güvenli şehirlere göç ettikleri hesaplanıyor. 45 saniyede Suriyeli muhacir olmak yeterince öğretici değil mi? Bazılar yine de ırkçılıklarına devam ediyorlar, böyleleri Allah’ın olaylar üzerinden insanı terbiye eden er Rab’bın öğretme nimetinden nasip almayanlardır. Dahası ırkçılıklarına, milliyetçiliklerine pay almanın yoluna bakıyorlar. Şu söylemi hep duyduk: “Milletimiz kendine has yardım severliğiyle hemen harekete geçti, birbirimize kenetlendik.” Diyanet bile deprem haftasında “Milletimizin her türlü bela ve afetlerin hakkından gelen bir millet” olduğunu hutbelerde okuttu. Oysa dünyanın her yerinden dini, kavmi, dili farklı binlerce insan Türkiye ve Suriye’ye yardıma koştu. Bunun bir açıklaması olmalı!
Hiç şüphesiz bu türden şiddetli, yıkıcı afetlerde Allah’ın “er Rahim (koruyan, esirgeyen, merhamet eden) ve el Muin (yaratıklarına yardım eden) isimleri tecelli eder. Bu tecelli sadece şu veya bu dinin dindarında değil, “dinsiz” olduğunu zanneden ateistte, deistte veya agnostikte de açığa çıkar. Nasıl bir bebeğe olan sevgimiz Allah’ın koruyucu rahmetinin eseri ise ve bebeğin bir dizi sıkıntısı annesine mutluluk veriyorsa, sonuçta Allah’ın yarattığı insan olan ateistte de merhamet, esirgeyicilik ve yardıma koşma duyguları uyanır, kabarır ve dünyanın uzak bir köşesinden depremzedenin yardımına koşar.
Bu durum tespiti sözüm ona inanmayana (inkarcı/kâfir) tuhaf gelebilir. Ne var ki, insan hangi inanç vaziyetinde olursa olsun, özünden kopamaz; insanın özü Nefha-i ruh’tur ve bu nefha kendisi kabul etmese de Allah’tandır. Ontolojik mecburiyetleri dolayısıyla ateizm, deizm, materyalizm, pozitivizm vd. inkar doktrinleri ruhun tümünü istila edemezler, bir kısmının üstünü örterler. Yeri geldiğinde, mesela afet zamanlarında ruhta içkin olan merhamet kendini dışa vurur. Allah, insanı özgür yarattı, onun iradi tercihleri ahlaki ve sosyopolitik alanlarla sınırlıdır, ontolojik olarak Allah’a bağımlıdır. Bu açıdan
“İnsan zahirde muhtar, hakikatte mecburdur.” Cebriyecilerin hatası ontolojik olan zorunluluğu sosyopolitik ve ahlaki alana taşımalarıdır. Kaderiye ve Mutezile’nin hatası da sosyo politik ve ahlaki özgürlüğü ontolojik alanı içine alacak kadar teşmil etmeleridir.
Musibet zamanlarında bizi harekete geçiren ilk duygu afetzedenin yardımına koşmak olur. Acırız, merhamet ederiz. Afetin vukuunda din, inanç, mezhep, etnisite/kavim, renk, laik-anti laik, sınıf, politik ideoloji, bölge farkı ortadan kalkar, doğulu batılı, kuzeyli güneyli, kadın erkek hepimiz için söz konusu olan “Ademden ve Havva’dan kardeşlerimiz” için üzülmek, acılarını paylaşmak olur. Gücü ve imkanı olanlar deprem bölgesine koşup ortak çabalarla arama-kurtarma, yardımda bulunma seferberliğine katılır.
Varlık aleminde ve kucağında yaşadığımız tabiatta her şey kendinde bir anlam ve amaç taşır. Hikmet/kalb gözüyle baktığımızda hayatın kendisinin bir mucize ve öğretici ders olduğunu görürüz. Hatırlayalım, bundan iki sene önce Pandemi’de aylarca evlerimizden dışarı çıkamadık, çıkmak istemedik. Evimiz bizim korunak alanımızdı; bugün ise evlerimizde kalmaya korkuyoruz. Her iki afet (pandemi ve deprem) evimizle ilgili algılarımızı tersine çevirdi.
Eğer tövbe edip yapıp ettiklerimizden nedamet getireceksek, yeni bir ahlak teorisi ve pratiği geliştirmeye ihtiyacımız var. Bugünkü durumda ne din anlayışımız ne seküler/laik görüşümüz bir ahlak üretemiyor. Maruz kaldığımız musibetlerin sebebi bizim sosyo-politik ahlaksızlığımız, felsefi/kelami sefaletimizdir. Sorumluluğu ve suçu kadere yüklemek, Allah’a iftiradır.
Akıllı varlık yaratılan insan her zaman akıllı (rasyonel?) düşünemez; melekut alemiyle olan ontolojik bağı onu yanlış işlediğinde, kör bir kadere veya basit komplo teorilerine inanır. Pozitivistlerin determinizmi ile hurafecilerin kaderciliği aynı kapıya çıkar. Bugün 6 Şubat depreminin “dış güçler” tarafından yapıldığına inanan binlerce insan var.
Mehmet Akif ne güzel demiş:
“Kadermiş!” Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru:
Belânı istedin, Allah da verdi… doğrusu bu.
Talep nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?
“Çalış!” dedikçe şeriat, çalışmadın, durdun,
Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya,
Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!”
Bazıları da çaresizlikten kadere sığınır. Zarzor bir ev edinmiştir, binası hayli eskidir ve ondan evini boşaltması istenir, gidecek yeri olmayan bu çaresiz insan bilmecburiye kader der. Böylesinin Hz. Ömer’in dediği gibi “bir kaderden başka kadere” gitmesini sağlamak en başta yerel ve merkezi yönetimler, hali vakti yerinde olan zenginler üzerinde vecibedir; bir depremde enkaz altında kalırsa sorumlu kendisi veya kader değil, yerel ve merkezi iktidar ile ona karşı duyarsız kalan servet sahipleridir.
Yüce Allah deprem üzerinde tabiata (99/Zilzal, 5), arı üzerinden canlılara (16/Nahl, 68) ve peygamber üzerinden insana vahyeder. Vahiyler arasında çatışma olmaz; çünkü kötü vahiy olmaz. Varlık alemi, canlı hayat ve insanlar arası ilişkiler bu vahiyler sayesinde bir düzen ve bir harmoni üzerinde varoluşlarını sürüdürler. Vahye muhatap olanlar arasında farklılıklar (muhteliflikler) olabilir ama çatışmaya dönük ihtilaflar olmaz.
Deprem veya başka afete dönüştürdüğümüz tabiat olaylarını kendimiz asli gayemizle uzlaştırarak bu gezegende yaşayabilmek için
- Marifetünnefs ve maritullah yanında marifütlhalka önem vermemiz (bilimsel araştırmalar ve bulgular)
- Ahlaki normlara sadakat göstermemiz
- Hukuki kurallara riayet etmemiz
- Ve bunları toplumun örfü haline getirmemiz (kültür) gerekir.
Ciddi bir öz eleştiriye (Muhasebe-i nefs) ihtiyacımız var, bunun da olmazsa olmaz şartı, ifade özgürlüğünün güvence altına alınması ve sağlanmasıdır. Herkesi susturan kendi suçunu ve kusurunu örtmek ister.
“Yeryüzü fesada uğradıktan sonra salaha dönüşebilir!” Bu bizim elimizdedir. Ehliyetsiz ve muhteris iktidarlar, yeryüzünde ekinin ve neslin helakına sebebiyet verirler. Düz arazide tarım yapacağına betondan kentler kurmak, tam da bu ayetin işaret ettiği helaktır:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, dünya hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah’ı şahid getirir; oysa o azılı bir düşmandır. O, iş başına geçti mi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. Ona:“Allah’tan kork” denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o.” (2/Bakara, 204-206.)
Sulh ve salah demek deprem ve başka konularda bilimsel verileri referans almak, uzmanlara kulak vermek, varlıkla yeni bir barış imzalamak, yeni bir nikah akdetmek demektir. Takva sağlam bina yapmaktır.
İslam barışı dört boyutludur: Kendimizle barış, “öteki” ile barış, tabiatla, canlı hayatla, varlıkla barış ve nihayet Allah’la barış. İki buçuk sene içinde yönetimini fesattan salaha çeviren Emevi Halifesi Ömer bin Abdulaziz’e bu harikulade devrimi nasıl gerçekleştirdiğini soranlara şu cevabı verdi: “Allah’la münasebetlerimizi düzelttik!”
Yetmiş iki (72) yıllık hayatımda benim Kur’an vahyinden, Hz. Muhammed (s.a.)’in Sünnet ve Siretinden, kısaca İslam’dan anladığım bu “silm, selamet ve teslimiyet”tir.
İslam bir güvenlik, teslimiyet ve barış projesidir. Gerçekleşebilmesi bir ahlak olarak Müslümanların bireysel ve toplumsal hayatlarında yaşaması lazım. Özel, sivil ve kamusal hayat bu ahlak üzere bina edilmedikçe Allah’ın muradı gerçekleşmiş olmaz.