Son günlerde yeniden gündeme gelen ancak laiklerin yüzyılı aşkın zamandır gündemlerinden hiç düşmeyen ‘kahrolsun şeriat!’ sloganları ne anlama geliyor? Osmanlı modernleşmesi ile başlayıp Türk modernleşmesi ile zirveye çıkan Batı seviciliği, Batının sadece ekonomik, siyasi, askeri gücüne öykünmedi. Modernleşmecilerin içlerinde her ne kadar: ‘Onların teknolojisini alalım, ruhunu değil!’ diye uyaranlar olsa da, ‘geri kalmamızın nedenini İslam’a bağlayanlar’ galip geldiler. Burada direkt olarak İslam’a söz söyleyemeyen laikler şeriat kavramını günah keçisi olarak seçmişlerdi.
Kemalist laikler bu savaşı yılardır açıktan ve üst perdeden yaptılar. Gücün tahkim edilemediği ilk zamanlarda ‘Şeriat için cihat ettiklerini’ ifade edenlerin, perde arkasından münafıkça planlar yaptıkları kısa zamanda ortaya çıkacaktı.
İlk meclisi Cuma günü dualarla, kurbanlarla açan; ilk anayasada ‘Bu yasalar İslam hükümlerine aykırı olamaz’ ilkesini vaaz edenler; güçlerini tahkim edince İslami değerlere sahip çıkan âlimleri İstiklal Mahkemeleri’nde idam etmekten imtina etmediler. Bazılarını ağır hapis cezalarında, bazılarını ise sürgünlerle hayatlarını kararttılar. Çünkü onlar şeriat yanlısıydı.
Sözlükte: “Bir yöne doğru açılarak uzayıp gitmek, açık olmak; açık hale getirmek” anlamlarındaki ‘şer‘ kökünden türeyen şeriat kavramı mana olarak: “İnsanların ya da hayvanların su içtiği, açıkta olan ve kesilmeyen akarsu; bu suya giden yollar” anlamlarına gelmektedir.
İslami anlamda ise şeriat; ‘Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen hükümler bütününü’ ifade etmektedir. Öngörülen hükümler itikat ve amel niteliklerini kapsamaktadır. Belirtilen kavramsal içeriğiyle şeriat “din ve millet” kavramlarına karşılık gelmekte; din ve millet kelimeleri aynı hükümler bütününü göstermektedir.
İslam Ansiklopedisinde geçen bu tanımlar şeriat kavramını açık ve sarih bir şekilde açıklarken; laikler İslam’ı hayattan kopartmak için her türlü zulme başvurdular. Başta Kur’an’ın okun(a)maması, Müslümanların okuryazarlıklarının yok edilmesi için yüzyıllardır kullanılagelen Arap harflerini Latin harfleriyle değiştirdiler. Ezanı Türkçeleştirip, namazı Türkçe kılmaya zorladılar. Camileri yıktılar ya da ahır olarak kullandılar. Müslüman erkekler rahatça namaz kılamasın diye ‘Şapka kanunu’ çıkartarak şapka takmayı dayattılar. Müslüman kadın kamuda görünür olmasın diye başörtüsünü yasakladılar.
Kemalistlerin İslam’a ve Müslümanlara dönük zulümlerini ve uygulamalarını değerlendirmeyi bırakın, sıralamak için bile bu sayfalar yeterli olamaz.
Dolayısıyla günümüze odaklanırsak; yaşadığımız iki olay Kemalist laiklerin bu ülkede hala ne kadar güçlü ve zorba olduklarının kanıtıdır. Din ve İslam karşıtlığı alenen bilinen Mustafa Kemal’in Cuma hutbesinde övülerek anılmasını eleştiren Ahmet Bostancı’nın başına gelenler ile Galata köprüsünde gerçekleştirilen mitingden evine dönerken tevhid bayrağı taşıdığı için bir Müslüman’a saldıran Ege Akersoy adlı bir faşiste kahraman muamelesi yapılması Müslümanlara karşı çifte standardın ispatıdır.
Hukukun temel ilkelerinin dahi hiçe sayıldığı bu iki olayda, Ahmet Bostancı’nın tahliye edildiği duruşma sonrası adliyede tahrik edici söylemlere karşı atılan ‘Yaşasın Şeriat!’ sloganı laikleri oldukça rahatsız etmiş gözüküyor.
Kemalist sistem Müslümanlara dönük fiziki ve manevi her koldan saldırıyor. Eğitim, medya ve sembollerle İslam’a ve Müslümanlara zarar vermeyi önceliyorlar. Onların ‘Muasır medeniyet’ seviyesinden anladıkları, İslam’ı bu topraklardan ilelebet söküp atmaktır.
Bunu da birçok açıdan başardılar. Yaydıkları çıplaklık kültürü ile hem erkekleri hem de kadınları nispi olarak İslami değerlerden uzaklaştırdılar. Alkolü, piyangoyu ve faizi toplumun içinde meşrulaştırma çalıştılar. Eğitim ile tek tip ve mankurtlaştırılmış insanlar yetiştirdiler. Daha da önemlisi kavramlarımızı iğdiş edip; bunları medya, sinema, müzik ve eğitim yoluyla düşmanlaştırılan, karikatürize edilerek, şeytanlaştırılarak sundular. Nihayetinde Müslümanları kendi kavramlarına yabancılaştırdılar. İşte bu kavramlardan en fazla zarar görenidir, Şeriat kavramı!
Kemalistlerin ve Batıcıların; “Kahrolsun Şeriat” sloganı normal bir ses haline geldi. Artık kendine ‘Müslüman’ım’ diyenlerinde atabildiği kadar sıradanlaştı.
Kemalistler; İslam düşmanlığını ifrazatlarını şeriat konusunda ittifak kurmaktan hiç çekinmedikleri Marksistler, sosyalistler, liberaller, PKK’lılarla hep birlikte karanlık seslerini yükselterek haykırıyorlar: ‘Kahrolsun Şeriat!’
Günah keçisi ilan edilen şeriata ‘Kahrolsun’ demek kolaydı. Oysa onlar ‘Kahrolsun’ derken İslam’ı, Kur’an’ı ve Müslümanları kastediyorlardı. Sadece toplumsal tepkiden çekiniyorlar, alıştırarak içten içe çürütmeye çalışıyorlar, bunun için her türlü iletişim aracını kullanıyorlardı. Ekranlarda boy gösteren akademisyenlerin İslam adına Şeriata her fırsatta nasıl saldırdıklarına hepimiz şahit olmuşuzdur.
Kemalist laiklerden gelen bu sesi yeni değildir. İnsanlık tarihi boyunca tevhid ile şirk mücadelesinde zalimlerden yana yer alanların sesidir. Bu ses, Rabbimize isyan eden Şeytan’ın ve vahye kulaklarını tıkayan Şeytan dostlarının devam ede gelen karanlığa gark olmuş sesidir.
Bu ses; yaratmada, hüküm koymada, gayb-ı bilmede Rabbimize isyan eden ve ortak koşanların sesidir. Bu ses; küfrün, emperyalizmin ve emperyalist işbirlikçilerin sesidir. Bu ses; zulme, sömürüye, şirke ve her türlü haksızlığa karşı olan Müslümanlara düşman olanların sesidir.
Bu ses; Şeytan’ın, Firavun’un, Nemrud’un Ebu Leheb'in sesidir. Bu ses; cinsel sapkınlığa batmış ve helak olmuş Lut kavminin sesidir. Bu ses; Hz. Musa’ya, Hz İsa’ya ihanet edenlerin sesidir. Bu ses; tevhid dininin erlerini ateşe atmış, ahlaktan uzaklaştırıp cinsi sapık yapmış, kendisini sahte ilah ilan etmişlerin sesidir. Bu ses; hiç geri durmamış, her zaman tüm şeytani kuvvetleriyle saldırmış bir sestir…
Oysa ‘Kahrolsun’ denilen şeriat, Hz. İbrahim’in duasında Rabbinden istediği gibi insana, hem bu dünyada hem de ahir hayatında nimet olarak sunulmuştu ve adı İslam'dan başka bir şey değildi. İslam; yeryüzündeki karanlığı gidermek, nefislerimizi ve dünyayı Rabbimizin önerdiği kanunlara göre ıslah etmek ve aydınlatmanın adıydı. Şeriat namazdı, hac idi, oruç idi. Şeriat zinaya karşı çıkmak, nikah kıymaktı, ölçüyü doğru tartmak, sömürgecilerin/emperyalistlerin elini kesmek, Allah'ın yolunda savaşmaktı. Şeriat İslam'dı. "Kahrolsun Şeriat" diyenler, İslam'a karşı açtıkları savaşı toplu olarak ilan ediyorlar. Müslümanlara tuzak kuruyorlardı. Lakin Rabbimiz şeytanın tuzağını boşa çıkaracaktır. Ve kötü akıbet sahipleri de, ancak İslam düşmanları olacaklardır.
Sokaklarda, gazetelerde, televizyonlarda, sinemalarda, tiyatrolarda, sosyal medya da ve kürsülerde Müslümanlara, İslami değerlere kin ve nefret kusanlar kendilerini; milliyetçi, yurtsever, ulusalcı, hümanist, demokrat gibi tanımlarla tarif ediyorlar. Tüm bu sıfatlar bu kitleyi tanımlamada yanıltıcı rol oynuyor. Bu kitle, laiktir. Ve laikliğin ülkemizde tek bir karşılığı vardır: İslam karşıtlığı! Diğer tüm sıfatlar ancak bu asıl belirleyicinin çizdiği sınırlar dâhilinde bir anlam taşıyabilir. Laik değilsen onların gözünde insan değilsindir.
Laik kitle vatan, millet kavramlarının ancak edebiyatını yapar. Bu ülkede terör saldırılarında onlarca insan hayatını kaybeder, bu kitle cenazelere katılma zahmetine bile katlanamaz. Ama ideolojik ikizleri Siyonizm vahşiliğine karşı yürüyenlere: ‘Askerler için neden yürüyor musunuz?’ diyerek alçaklaşır. Sözde hümanisttirler ama Gazze’de kadın, çocuk, yaşlı 25 bin Müslüman’ın hayatlarını kaybetmesini umursamazlar. Deprem bölgesinde sırf kendilerine oy vermedikleri için halka küfür ederler.
Demokrattırlar ama kendilerine ‘Atatürkçü’ demekten imtina etmezler. Bir insanın hem Kemalist, hem de demokrat olması demek; kör olmasına rağmen gökyüzünün maviliğine hayran hayran bakması demektir. Kendinden menkul demokratlıklarından başları sıkışınca; ‘ordumuz’, ‘zinde güçlerimiz’, ‘nerde kaldı darbecilerimiz’, ‘seni asacağız’ 'Mustafa Kemal'in askerleriyiz' türkülerini çağırmaya başlarlar.
Müslümanlar, Kemalist kitlenin ve çevrelerin gücü ve yeterliliği hakkında sağlıklı bir değerlendirmeye sahip olmak zorunda. Kemalist kitleyi hayalci bir avunmayla ‘Halktan kopuk bir avuç seçkin’ olarak görmek ne kadar yanlışsa, düzenin propagandalarının da etkisinde kalıp, aşırı bir şekilde abartarak, olduğundan çok daha güçlü olarak görmekte o derece yanlıştır. Türkiye'de bu rakamların küçük bir azınlığı temsil ettiği ve düzeni ayakta tutmaya yetmeyeceği de bir gerçektir. Müslümanlar açısından üzerinde daha çok durulması gereken şey, düzenin imkânlarını sonuna kadar kullanarak ayakta kalabilen bu kalabalıkların sayısal cüssesi değil, tüm sosyal alanlara yansıyan yoğun örgütlülükleridir. Resmi ideolojiyi temsil etmenin getirdiği doğal güçlülük bir yana bırakılacak olursa, bu kitlenin asıl gücü bürokrasiye, eğitime, sendikalara, barolara, derneklere kadar uzanan yaygın örgütlülükte yatmaktadır.
Velhasıl, Kemalist/laik-Müslüman ayrışması her iki dinin de bizatihi kendinden neşet eden oldukça doğal bir ayrımdır. Aslında garip karşılanması gereken şey, Kemalistlerle ve Müslümanlar arasındaki çatışma değil, uzlaşmadır. Bu itibarla bu çatışmayı komplo olarak nitelemek, Müslüman olmanın gereklerini yeterince anlayamamış olmanın bir göstergesidir. Kemalist-Müslüman çatışmasını bir öcü gibi gören bazı saf Müslümanların, Kemalistlerle Müslümanları ortak paydanın paydaşları olarak kabul etmeleri İslam anlayışlarındaki temel bir sapmaya işaret eder.
Toplumsal ayrışmanın laik ve Müslüman şeklindeki saflaşma temelinde belirginleşmesi doğal ve olumlu bir gelişmedir. Alevi-Sünni, sağ-sol, Türk-Kürt gibi yapay ayrımlardan uzaklaşılarak, toplumsal saflaşmanın laik-Müslüman, daha net bir ifadeyle kâfir-Müslüman/hak-batıl şeklinde belirginleşmesi, İslam'ın tarih ve dünya görüşü açısından bir gereklilik olması yanında, Müslümanların pratik mücadeleleri açısından da bir netleşmeye tekabül etmektedir. Bu itibarla, klasik şemalara hapsolup alışılagelmiş kalıplarla soyut düşmanlar, öcüler edebiyatını tekrarlamaktansa; İslam'ın bizlere yüklediği sorumluluklar hususunda kafa yormak, Allah'ın rızasına daha uygun bir davranış olacaktır.
Müslüman olarak inancımızı, sınırlarımızı, amellerimizi ve söylemlerimizi belirleyen sadece ve sadece Allah’ın bize Hz. Muhammed’in eylemliliği ile pratiğini gösterdiği Kur’an-ı Kerim’dir.
Kaynak: Allah’ı razı edecek yaşam pratiği: Şeriat… - AHMET YASİN ELKİ