7 Ekim Pazartesi günü, Filistin direnişinin Gazze’de başlattığı Aksa Tufanı birinci yılını tamamlayarak ikinci yılına girmiş olacak. Biz de bu vesileyle Aksa Tufanı’nın bir yılıyla ilgili genel bir değerlendirme yapmak istiyoruz.
Burada en başta şunu belirtelim ki Aksa Tufanı bir savaşın başlatılması değil sürdürülen bir savaşa karşı geniş çaplı ve sarsıcı bir atak gerçekleştirilmesidir. Aksa Tufanı’nı gerçekleştirenlere yönelik eleştirilerde, bu atağı mahkum eden yorumlarda genellikle bu konuda yanlış tespit yapılmaktadır. Sanki Filistin’de ondan önce her şey süt limanmış da Aksa Tufanı’nı gerçekleştirenler ortalığı karıştırmış gibi bir hava estirildi.
Bunun sebebi Batı emperyalizminin ve onun hizmetindeki medya organlarının siyonist katillerin savaş ve saldırılarını görmezken Filistin direnişinin karşı atağını görmelerinden ileri gelmektedir. Çünkü Filistinlilerin mağduriyetleri, haksızlığa uğratılmaları, katledilmeleri, evlerine baskınlar düzenlenmesi ve tamamen keyfi bir şekilde esir alınmaları onları zerre kadar rahatsız etmiyordu. Bu arada siyonistlerin saldırıları, köpeğin insana saldırması gibi rutin hadiselerden ve normal sayılıyordu. Ama Filistin direnişinin siyonist saldırganlığa karşı atağa geçmesi, insanın köpeğe engel olmak için harekete geçmesi türünden olduğu için rutin olaylardan farklı kabul edildi ve haber değeri olan bir gelişme olarak görüldü.
Bu konuda Batı emperyalizminin ve onun hizmetindeki medya organlarının tavırlarını belirleyen bir diğer unsur ise siyonist saldırganlığın hedefinde olanların hayatlarının ve geleceklerinin önemsenmemesine rağmen Filistin direnişinin hedefindeki siyonist işgal rejiminin geleceğinin son derece önemsenmesidir. İşte bundan dolayı Batı emperyalizmi siyonist işgal rejiminin geleceğini ciddi şekilde tehdit eden böyle bir direniş atağı karşısında büyük bir telaşa kapıldı ve hızlı bir şekilde harekete geçti.
İşgalci siyonistler, Aksa Tufanı öncesinde Filistin’in Batı Yaka (Batı Şeria) ve Kudüs bölgelerinde evlere her gece, insanların istirahata çekilmelerinden sonra üstelik kapıları kırarak baskınlar düzenliyor ve onlarca insanı esir alıyorlardı. Esir alınanların hepsine mutlaka işkence ediliyordu. Çünkü işgal rejiminin yasaları Filistinli esirlere işkence edilmesine izin vermektedir. Gerçi işgal rejimi, zulüm ve haksızlıklarında yasal prosedüre ihtiyaç duymaz. Ama Filistinlileri sorgulayan istihbarat ve güvenlik elemanlarının işlerini kolaylaştırmak için bu konuda yasal düzenleme de yapmıştır.
Bunun yanı sıra işgal rejiminin sözde Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir’in kararlarıyla işgal zindanlarındaki esirlere yönelik baskı uygulamaları artırılmıştı.
Mescidi Aksa’ya baskınlar ve burada ibadet edenlere yönelik eziyetler gündelik hale getirilmişti. Toprak gaspı, ırkçı tasfiye uygulamaları, ev yıkımları, esirlerin ailelerine yönelik şiddet uygulamaları, yahudi yerleşimcilerin terör saldırıları tahammül edilebilirin çok ilerisine geçmişti.
Ayrıca işgal hükümetinin Gazze’ye yönelik geniş çaplı bir operasyon başlatma planları yaptığına dair bilgiler siyonistlerin kendi medya organlarında gündeme getiriliyordu.
Bu durum karşısında Filistin direnişinin önünde iki seçenek vardı:
Birincisi, işgal saldırganlığı karşısında sessiz kalıp siyonist zulmün sürekli dozajını artırmasına katlanmak ki bunun bir yerde duracağının garantisi yoktu. İşgalcilerin amacı tüm Filistinlileri göçe zorlamak suretiyle ırkçı tasfiye planını tamamlamak ve Mescidi Aksa’yı da tamamen yahudi mabedine dönüştürmekti.
İkincisi de bir karşı atak gerçekleştirerek işgal güçlerini geri adım atmaya zorlamak, esirleri özgürlüklerine kavuşturmak ve işgal rejimini ırkçı tasfiye planından vazgeçmeye zorlamak için harekete geçmek.
Direniş ikincisini tercih etti. Bu tercihi yapmanın riskli olduğunu biliyordu. Ama birincisini tercih etmenin Filistin halkının tüm haklarının gasp edilmesi konusunda düşmanın önünü açmak anlamına geldiğinin de farkındaydı.
Bu konuya devam edeceğiz inşallah.