Batı için bilimin ne ifade ettiğini bilmemek, sosyal bilimleri anlamada bizim için sorun teşkil ediyor. İslam alemindeki alim ile Batı’daki bilim insanını bir tutmak ise sorunu bizim için musibete dönüştürüyor.
Müslümanlarda alim otonomdur ve hakikate sadık kalmak, alim olmanın gereğidir. İstisnaları varsa da alimle ilgili algımız budur ve biz, kendi alimimizle ilgili algımızla, Batı’nın bilim insanına baktığımız için yanılıyoruz.
Batı’da bu algımızı mahsurlu kılan dört yan söz konusudur:
Birincisi; Müslümanlarda, ilim nurdur, alim, hakkın adamıdır ve hakkın fıkhına uyar. Hakkı ifade etmekten istiğna eden alim, saygınlığını yitirir.
Oysa Batı tarihinde bilim insanı, genel anlamda hizmetkârdır. Bir prensin ya da sonraki devirde burjuvadan birinin hizmetkârı. Bilim insanının kendisiyle ilgili algısı da budur. O, kendisini bir patronun adamı olarak görür ve ona sadık kalmayı bir tür kutsal kabul eder. Onun gayesi, kendisini himaye ve finanse edenlere hizmet etmek, onların takdirini kazanmaktır. Bunu başardıkça işini yaptığını düşünür ve mutlu olur.
İkincisi; Batılı bilim insanı, Batı’da bitmek tükenmek bilmeyen rekabet/çatışma koşullarında çalışır. Bunun için birine hizmet ederken diğerini alt etmenin yolunu arar. Bilim, onun tarafı için nur, karşı taraf için nardır. Onun fıkhını talep, destek, takdir ve düşmanlık belirler.
Onun için, insanlık ırksal katmanlardan oluşur ve bu katmanın tepesinde Batı vardır. Diğerleri onun ötekileridir. Dolayısıyla Batılı ilim insanı için, özellikle sosyal bilimlerde, bilimin daima, (1) Batı’yla ilgili (2) Dünyanın diğer kesimleriyle ilgili bir sınıflandırması vardır.
Üçüncüsü; Batı’da bilim, salt İslam aleminden bir etkilenme değildir. İslam alemine karşı var olma, onun önüne geçme ve onun gelişmesini engelleme mücadelesidir.
Dördüncüsü; Batı’da bilimsel etkinlik; Endülüs’ün Hıristiyanlaşmasıyla Batı’ya yayılan ve bir kısmı “Ben Hıristiyan oldum!” diyerek kendisini saklayan Yahudilerin Batı sistemi içinde kendileri için önce bir yaşam alanı oluşturma ardından, o yaşam alanında yükselip sistemi ele geçirme mücadelesidir. Haçlı Seferleri ile ilişkili olarak oluşan ve yine bir kısmı mühtedi Yahudi olan Burjuva sınıfının da böyle bir çabası vardır. İki tarafın amaçları arasındaki paralellik ve aralarındaki ticari ilişki, aralarında ittifak oluşturmuştur. Bu ittifak, modernizmin ilk evresinde küskün prensleri bulup etraflarında buluştu. Böylece Batı’daki eski düzene karşı önce ıslahatçı, sonra devrimci bir Aydınlanmacı/modernist muhalefet cephesi oluştu.
İşte bu modernist muhalefet cephesi, bilim insanını himaye etmiş ve ondan, Batı için yeni bir insan tipi, yeni bir toplumsal yapı ve yeni bir yönetim tarzı talep etmiştir. Bilim insanından burada istenenleri ilk dönem için üç kelime etrafında ifade etmek mümkündür: İnsan (birey), ulus, özgürlük. Bilim insanı, modernleşmenin başlangıcında bu kavramlar etrafında bir dünya örmekle yükümlüdür. Süreç ilerledikçe bu kavramların yerini, eşitlik-adalet-özgürlük gibi kavramlar alacak ve bilim insanı, her seferinde kendisini ihtiyaca göre yeniden kuracaktır.
Felsefeden tarihe, tarihten sosyolojiye ve sosyolojiden post modern psikolojiye Batı’da sosyal bilimler hep aynı rotada yol almıştır. Ama II. Dünya Savaşı’nın ardından ayrılıkçı “ulus” kavramı; önce yerini “Avrupa ulusu” birleştirici kavramına bırakmış, sonra onu da aşarak ABD’yi de kapsaması için “Batı uygarlığı” bütünsel kavramına bırakmıştır.
FELSEFEDEN TARİHE
Batı’da bilimin modernleşmesinin ilk evresinde felsefe ve onunla uğraşan insan unsuru olarak filozof büyük paya sahiptir. Tevhid ehli için “peygamber” ne ise neredeyse Batı modernleşmesi için “filozof” odur. Bir farkla: Tevhid ehlinde peygamber, en üst makam iken Batı’da filozof Burjuva ve prenslerin ücretli çalışanıdır. Vazifesi kilise kaynaklı bilgiye karşı, laik bilgiyi üreterek kilisenin bilgi üzerindeki tahakkümünü kırmak; böylece kiliseye bağlı zihin dünyasından farklı bir zihin dünyası inşa etmektir.
Felsefenin topluma izah alanı ise tarihtir. Filozof, kendisini tarih üzerinden ifade eder. Bununla birlikte kiliseden kopan Batılının üst yapı için yeni bir siyasi odağa ve bireyin yalnızlık dehşetine düşmemesi için cemaatsel bir sığınağa ihtiyacı vardır. İşte o odak ve sığınak ulustur.
Filozof, ulusun var olduğu varsayımıyla tarihe başvurmuştur. Ulusal özgünlüğü tespit için folklor üzerinde çalışmış, mitolojiye, efsanelere sığınmış, böylece “tarih öncesi”ni de tarih içine alarak ulusun var olduğu varsayımını ispatlama yoluna gitmiştir. İlk dönemde ulusun varlığını ispat çabası, kiliseye karşı laik bir cemaat oluşturmakla birdir. Bunun için o çaba kilise karşıtı burjuva ve prenslerin büyük takdirini kazanmıştır. Bu durum, onlarla bilim insanı arasındaki bağı güçlendirmiş, kısmen filozofu hizmetkâr sınıfından çıkarıp onların ittifakının bir üyesi gibi yapmıştır.
O ittifak içinde filozofun kaygısı, hakikati bulmak değil, objektif olmak hiç değil, ulusun varlığını topluma inandıracak verileri üretmektir. Akılları çekmek için hakikate yaklaşmak, takdir edilecek bir husus ise de hakikat ile varsayım çeliştiğinde esas olan varsayımdan yana durmaktır. Aksi hâli onlara göre ahmaklık hatta ihanettir.
Batılı filozof için tarih, hakikat değil, kurgudur. Tarihçi, tarihi vakaları bulup olduğu gibi aktaran değil, varsayımına, daha doğrusu kendisinden beklenene uygun verileri buluşturup monte eden ve ondan kabul edilebilir bir bütün oluşturabilen kişidir. Esas olan hakikat değil, bu yapı içinde mantıksal bütünlüktür.
Filozof, tarihle ilgili üretimlerini veya tarihten devşirdiklerini edebiyat ve sanat üzerinden sunmuştur. Dolayısıyla tarih, felsefeye malzeme sağladığı gibi edebiyat ve sanat da felsefenin hizmetindedir.
Filozofun düşmanı ise kilisedir. Filozof kilise ile çatışırken propagandaya başvurmakta mahsur görmemiştir. Kilisenin kendisine yönelik eleştiri ve yaptırımlarını, kilisenin bilimi kontrolde tutma emeli ile açıklamıştır.
Filozofun gayesi, kendisini diniyle değil, ulusuyla tanıtan ve kilisenin sıkı ahlaki kurallarına karşı kendisini özgür hisseden bir iktisadi insan tipi inşa etmektir. O dönemde özgürlük, evlilik konusunda sorun yaşayan prensler için boşanma ve yeniden evlenme hakkını ifade ederken Burjuva için serbest piyasa ekonomisi, daha doğrusu kapitalizmdir.
Hakikat bu iken propagandada ise filozofun inşa ettiği insan, inanan insan değil, düşünen insandır; kiliseye itaatle kısıtlanmış insan değil, iradesini özgürce kullanan insandır.
İlk devirde tarih, bağımsız bir bilim değildir. Tarihin sonradan bilime dahil edilmesi, zannedildiği gibi hakikati ifade ettiğine inanıldığından değil, tarihi disipline etme, onu sınırlandırma çabası ile ilgilidir.
Felsefenin tarihle karşı karşıya geldiği ilk noktalardan biri ise hümanizmadır. Hümanizma hem filozoflar hem kilise mensupları arasında gelişen bir akımdır. Batı’nın iç vahşeti ve sömürgelerdeki katliamları kilisede kimi kalpleri yumuşattı. Öte yandan Yahudi kökenli filozoflar için de Yahudilerin ve Yahudi kökenlilerin Batı toplumu içinde kabul görmeleri, dini sınıflandırmaya dayalı insan sevgisinin yerini o tür bir sınıflandırmayı aşan bir “insanseverliğe” bırakmasına bağlıdır. Bu da Batı’da laik insanseverliğin filozof çevrelerinde kabul görmesine yol açtı.
Kilise için hümanizma, Afrikalı Siyahilerin ve Güney Amerikalı melezlerin “normal insan” sayılıp Hıristiyanlığa kabulünü ifade ediyordu. Fakat Hıristiyanlıkta kardeşlik esas olunca Hıristiyanlaşan Siyahi, Batılılarla kardeş olup sistemde yer almalıdır. Öte yandan demokrasilere geçişin eşiğinde halkın iradesinin sisteme yansıyacağı da göz önünde tutulduğunda kilise kaynaklı hümanizma, Batılıların Batı uygarlığı üzerindeki tahakkümüne son verebilirdi. Hümanizma, sonradan Hıristiyan olanların Müslüman Fars ve Türklerin İslam medeniyetinde Araplar üzerinde tahakküm kurmaları gibi tahakküm kurabilirdi.
Buna karşı Batı’nın imdadına tabiat bilimci Darwin’in evrim tezi yetişti. Darwin, insanların aynı anne-babanın soyundan geldiklerini inkar etti ve insanın atasının maymunlara dayanmakla insanlaşmanın farklı evreler içinde olduğunu öne sürdü. Tez, kasıtla üretilmişçesine acilen sosyal bilimlere uyarlandı.
Darwin’den sonra sosyal bilimlerin tabiat bilimlerinin tahakkümüne girdiğine dair bir görüş var ki kısmen yersizdir. Çünkü yöneticiler üzerinde etkili olanlar tabiat bilimciler değil, onlara danışmanlık hizmeti veren sosyal bilimcilerdir. Tabiat bilimciler, bu tezleriyle, sosyal bilimlere sadece malzeme sağlamışlardır.
Sosyal bilimciler, Darwin’in tezini bir malzeme gibi kullanıp arkeolojiyi de yanlarına alarak bir insanlaşma hiyerarşisi oluşturmaya kalkıştılar. Buna göre insanlığın en tepesinde Yahudi Samilerle Batılıların atası beyaz Aryan ırkı yer alır. Böylece insanseverlik, bu iki ırktan Batı uygarlığını oluşturanlar için işler, diğerlerini dışarıda bırakır.
Buraya kadar Batı için felsefe ve tarihten söz ettik. Ama özellikle tarihin bir de İslam alemine bakan yönü vardır. En geç 19. yüzyılda Batı tarihçileri, Oryantalizm çalışmaları kapsamında veya ondan bağımsız, Müslüman toplumlar için tarih tezleri ürettiler. Bu tezlerin işlevi kabataslak, tarihin Batı’da kavim üretme işleviyle aynıdır. Ana hedef ilk anda her bir kavim için farklı bir tarih uydurarak ortak İslam tarihi potasını parçalamak, dolayısıyla Ümmet birliğini dağıtmaktır. Bir sonraki hedef ise tarihsel anlamda ayrışan kavimlerin zihin yapısını İslam dışındaki etkilere açmak, böylece Müslüman toplumlarda laik zihinsel bir dönüşüm gerçekleştirerek onların ülkelerini istilaya açık hâle getirmektir. Bu çabanın karşılığı, tarihte Batıcılık dediğimiz ama daha ilk aşamada laik milliyetçiliktir. Tarih alanındaki veriler, sonraki aşamalarda folklor, antropoloji ve arkeoloji ile desteklenerek İslam dünyasında makro milliyetçiliği bölüp Anadolu, Suriye, Mısır, Libya, Bangladeş gibi mikro milliyetçilikler (bölgesel uluslar) üretilmiştir. Aynı mahiyette günümüzde yeni milliyetçilikler üretmeye devam edilmektedir.
TARİHTEN SOSYOLOJİYE
On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Batı’da ırk teorileri, dışarıya dönük her ulusun diğer uluslar üzerinde tahakküm kurma çabasına dönüştü. İçeride ise dinin devre dışı kalması, sanayileşmenin yol açtığı işsizlik, göçler ve yeni iş alanları Batı’nın geleceğini iç savaş tehdidi altında göreceği bir anarşizme yol açtı.
Bundan sonra tarihin işlevi, ulus ayrılığından Avrupa bütünlüğüne dönmek ve Batı’nın ortak bir geçmişe sahip olduğu varsayımını kitlelere kabul ettirmektir. Batılı tarihçi, tarih kurgudur rahatlığı içinde vakaları, olgular içinde kategorize etme serbestliğinde sınır tanımadı, üstelik tezlerinin bilimsel, objektif tespitlerden örülmüş imajı veren bir söylemle sundu.
Batı, bu birlik tezleriyle bir tür “tarihin sonu”na geldi, felsefe gibi tarihi de ikinci plana attı ve sosyal bilimlerin önderliği filozoftan sosyoloğa geçti.
Sosyoloğun görevi, disiplinler arası bir buluşma sağlayarak felsefe, tarih hatta tabiat bilimleri ve psikolojinin birikimlerini kullanarak geçmişi tarayıp bugünü anlamak ve yarınlara uzanacak üst tezler geliştirmektir. Bunun karşılığı, modern dönemin son aşaması olan ideolojilerin ortaya çıkmasıdır. Bu evrede bir sosyal bilimci olarak sosyolog, artık bir hizmetkâr değil, bir ideolojinin bir tür seküler/laik haşa peygamberidir. İdeolog olarak önderdir.
Sosyolojinin öncü ismi Agust Comte, daha çok toplumun geldiği evreyi açıklamakla kalmış ve modern sosyolojinin temelini atmıştır. Marx, disiplinleri buluşturan teziyle diyalektik materyalizmi geliştirdi, tarihsel verileri insanın ekonomik yanına dikkat çekmek ve o alandaki görüşlerini desteklemek için kullandı. Onun tarihten referanslarına zayıf bile denmez, o referanslar ustalıklı bir uydurmadır. Ama Marx için önemli olan gerçeklik değil, hedefindeki işçi sınıfına inandırabileceği bir tutarlılığa ulaşmaktır.
Yahudi Marx, tezleri ile insanlık merkezli yani evrensellik iddiasındayken Hıristiyan Max Weber, Avrupa tarihli bir sosyoloji ve ekonomi tezini geliştirdi. Marx, sosyalizmi disipline ederken Weber, liberalizmi disipline etti ve daha doğrusu kontrol altına aldı.
İkisi de sosyoloji ile ilgili çalışmalarında tarihi tahlil edip günü anlamaya çalışıyor görünseler de hakikatte zihinlerinde geliştirdikleri yapay toplum yapısını sahada bulma kaygısındalar. Onların üretimleri sosyal bilimler, artık bir fabrikasyon çalışmasıdır, sosyolog da bir toplum mühendisi olmayı da aşarak bir toplum üreticisidir.
Batı, bu aşamada sosyal bilimleri, kendisinin yöneteceği veya kendi kendini yönetiyor görünen toplumu üretme aracı olarak görmüş ki bu onun üretimde ulaştığı en ileri tekniklerden biridir.
Hıristiyanlıktan kopup reform-aydınlanma-modernizm atölyesinden geçen Batı’nın sosyal bilimler anlamında modernlikte dayandığı son nokta Marx ve Weber’dir. Son modern insan, bir iktisat insanıdır, ekonomi merkezli düşünür ve mutlaka ikisinden birinin müridi, inananıdır. Papazdan kopan Batı insanı, önce Aristo, Eflatun, Dante, Bacon, Montaigne, Rousseau derken onlara dayanmış, aklı ekonomiye takılıp kalmış, onlara bağlanmıştır ama ikisinden hangisine bağlanırsa bağlansın, Freud’u onlara şerik (ortak) yapmıştır.
Haftaya devam edeceğiz inşaallah…
https://dogruhaber.com.tr/yazar/dr-abdulkadir-turan/22422-kassamin-minarelerdeki-sesi-ve-son-hacli-seferi/