ABDULKADIR TURAN - “KADIN MESELEMİZ”...

ABDULKADIR TURAN - “KADIN MESELEMİZ”...

ABDULKADIR TURAN - “KADIN MESELEMİZ”...


İslam, ilk vahiy ile birlikte kadının desteğini gördü. Henüz Mekke günlerinde pek çok kadın, İslam’ın saflarında yer aldı, örfi yaşam tarzına ve ailesine karşı durup Habeşistan’a, Medine’ye Hicret etti.  

Medine’de Müslüman kadın; Mescid-i Nebevi’de bulundu, seferlerde yer aldı, cihada katıldı. Duyguları kontrol dışına çıkaracak, menfur bir hadise dahi, Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem’ce kadını cihad dışında tutmak için gerekçe yapılmadı.  

İslam, o günün dezavantajlı üç sınıfı, kadınlar, gençler ve azatlı kölelerin iradelerini sisteme kattı. Cinsiyetler, kuşaklar ve sınıflar arası bir “sosyal ümmetleşme” olan bu devrimle, kadın sosyal, siyasal ve askeri yaşamda görünürlük kazandı. İslam, bu görünürlüğü tesettürü farz kılarak bir dengeye oturttu.

İslam’dan önce Bizans ve Sasanî’de soylu kadın etkin iken sıradan kadın eziliyordu. İslam, kadın unsurunu bu sınıf ayrımından kurtardı.

İslam, bir sorumluluk yüklediğinde veya bir imkân oluşturduğunda o sorumluluğu yerine getirecek ve o imkândan yararlanacak koşulları da oluşturur. Bu mahiyette İslam, kadını ilimle donattı ve ona yeni konumunu sigortalayacak iktisadî ayrıcalıklar tanıdı. İlim ve pozitif ayrımcılığı da yansıtan iktisadi olanaklara kavuşan kadın, cihatta da yer alarak yaşamın her alanında aktif ve güçlü bir unsur olarak belirdi.

Kendisi için hastane koşulları oluşturulan ilk Müslüman hekim, bir kadındır. Yermûk Savaşı’nda savaştan kaçanları durdurma görevi kadına verilmiştir. Bu görev, kadının İslam nezdinde gördüğü kabulü de simgeler niteliktedir.

Yermûk’ten hemen sonraki fetihlerin kolaylaşmasında gayrimüslim kadınların İslam’a ilgisinin payı vardır. Nitekim Mardin gibi zorlu kalelerden biri, şehrin hakiminin kızının İslam’ı seçmesi ile gerçekleşmiştir.

Emevîlerde Müslüman kadın, hanedana mensubiyetle yönetimde kaldı. Emevî kadını; anne, hanım ve hala olarak sarayda daima güçlü bir rol oynadı. Emevîlerde toplumsal zeminde, Harici unsurlarda bile, Haccac’a karşı Gazale, unutulmaz bir nam bırakırken cihada giden her battalın yanında namlı bir kadın da vardır.

Emevî kadınının saray rolü, Bizans ve Sasanî’deki soylu kadının rolü ile belki birebir değildi ama ona meylediyordu. Abbâsî günlerinde o yöneliş, Sasanî uyarlamasıyla, saray haremine dönüştü.

O devirde büyük bir zahide kadın ve ıslah edici olarak beliren Râbiatü’l-Adeviyye örneği dışında kadın genel olarak arka planda kaldı, örfi /kültürel sınırlara çekildi. Aynı devirde Müslüman yaşam tarzında sefahatin öne çıkmasının, kadının arka planda kalması ile ilgisi var mıdır, sorgulanmaya değerdir.

İslam, fıtrat dinidir, kişilere güçlerini aşan sorumluluklar yüklemediği gibi, insanın özündeki melekeye de karşı durmaz. Kadın; hükümdarı doğuran annedir, kız kardeş, hanım, hala, teyzedir. Kadını hiçbir şekilde idareden uzak tutmak mümkün değildir. O hâlde olması gereken onun konumunun kayda alınmasıdır.  

Müslümanlarda kadının örfi/kültürel sınırlara çekilmesi, beşerî dünyanın alışkanlıkları üzere, ortaya kadınların karıştığı saray entrikalarını çıkardı. Kadının arka planda saklı iradesinin yol açtığı bu sorunlar, ne yazık ki kadının iradesinin hukuksuzca arka plana itilmesiyle değil, kadın zafiyetiyle ilişkilendirildi. Ki bu, klasik beşerî yaklaşımdı. İslâmî tutum ondan çok farklıdır: Kadının duygusallığı suiistimale açıktır. İslam, bunu dikkate alır ama suiistimal ihtimaline teslim kalıp hukuku bertaraf etmez.  

Eyyûbîler, bir ihya hareketiyle kadına İslam’daki konumunu yeniden kazandırmaya çalıştılar. Kadını ilmî ve ekonomik olanaklarla güçlendirdiler. Pek çok kadın ilmî hayatta öne çıkarken kadının güçlendirilmesi onların dışındaki dünya ehlince iki noktada ne yazık ki suiistimal edildi.

O devirde mezhepsel köklerle de ilişkili olarak daima otonomi arayışında olan Halep idaresi Selâhaddin’in yeğeni ve gelini Dayfe Hatun’u gayriresmi sultan yaptı. Yirmi yedi yılı bulan sultanlığıyla İslam tarihinin en görünür ve en uzun süreli bu kadın hükümdarı, takva ve zahitliğiyle misal olurken ikinci bir suiistimal, her şeyi alt üst etti: Memlûkler, Selâhaddin’in kardeşinin torununun hanımı Şeceretüddür’ün etrafında toplanıp Eyyûbî Devleti’ni yıktılar ve onu resmen sultan ilan ettiler. Vaka, İslam dünyasını sarsarken Eyyûbî Devleti, henüz erken bir dönemde tarihe karıştı, Şeceretüddür ise kısa bir süre sonra katledildi.

Lâkin İslam dünyasında bu süreçten sonra kadının yeniden görünür siyasal ve toplumsal yaşamın dışına itilmesi, salt Şeceretüddür vakasıyla ilgili değildir. Moğol istilası ile İran ve Irak’tan Şam’a ve Anadolu’ya geçen klasik/örfi/kültürel dünya, hiçbir zaman Eyyûbîlerin ihya hareketini kabullenmedi.

 Nitekim Alaeddin Keykubad’ın zahide Hanım Sultanı ve Selâhaddin’in yeğeni Adile Hatun, bu unsurlar ve Rum kökenli bürokrasi tarafından idam edilmiştir. İki kesimin birlikte Adile Hatun’u idam etmesinin kanaatimce sembolik değeri çok yüksektir. Zira bu koalisyon, Bizans ve Sasani geleneğinin İslâmî yaklaşıma direnişine uzak değildir.

Neticede Memlûkler ve Osmanlıda kadın, klasik Abbâsî hareminin kadını konumunda kaldı. Kadının adı, kimi vakıf girişimleri dışında ancak saray entrikaları ile anıldı.

İslam tarihi değerlendirilirken en mühim yanlışlardan biri, meseleyi sadece devlet bazında ele almaktır. Oysa bizde bütün meselelerin bir yanı devlete, diğer yanı topluma bakar.

Oradan baktığımızda Müslüman kadın toplumsal düzeyde de örfün/kültürün hukuksuzluklarına maruz kaldı. Müslümanlar arasında cahiliyede olduğu gibi başlık parası türerken kadın, miras hakkından yoksun bırakıldı, onun mihri dahi yenildi. Evlilikte kıymetli bir tedbir olan veli izni suiistimal edilerek rıza dışa evlilik için kullanıldı. Boşanma neredeyse imkânsızlaştırıldı. Dul kadınların evlenmesi kerih görüldü. Nas’sın bu konudaki sert ifadeleri ise okunup geçildi! Açıkçası kadın konusunda örf ve kültür, İslam’ın getirdiği haklara galip geldi.  

Mevzu haberleri dahi kadının aleyhine değerlendiren örfi dünyamızın kadının miras hakkına, boşanmanın neredeyse imkânsızlaştırılmasına, dul kadınların evlenmesine karşı ses çıkarmaması felaketimize yol açan toplumsal tutarsızlıklarımızdandır.

Özetle yönetimde İslam hukukundan uzaklaştığımız gibi, toplumsal yaşamda da uzaklaşmışız ve bunu fark bile etmemişiz. Yöneticileri zulümle itham ederken kız çocuğumuzun miras hakkını gasp etmeyi normal görmüşüz.

MODERNİZM VE KADIN

Modernizm, kadına karşı istikrarlı bir tutumla sınıfsal bir yaklaşım içinde olan Batı’nın üretimi olarak kadına çok şey vermedi. Feodalin tarlasındaki kadını, burjuvanın fabrika-mağaza işçisi ediverdi, eğlenceyi saraylardan çıkarıp kamuya yayarken kadını bu yeni sektörün aracına dönüştürdü, “tüketim rahibesi”ne evirdi.

Buna karşı kadına tanınan seçme seçilme hakkı oldukça geç kalmış ve hiçbir zaman klasik dünyanın soylu kadına verdiği haklardan çok öteye geçmemiştir. Bu haklar, genel olarak sembolik olmanın ötesine gitmemiştir. Sadece soylunun saraydaki “şerefli” kadını, yerini burjuvanın parlamentodaki “onurlu kadını”na bırakmıştır. 

İSLÂMÎ HAREKETLER VE KADIN

İslâmî hareketler, 20. yüzyılda ihya yaklaşımıyla kadına hitap ettiler. İslâmî hareketlerin “Şeriat” vurgusu kadını heyecanlandırdı ve kısa sürede İslâmî mücadelede görünür bir konuma çıkardı. Zeynep Gazzalî, bu görünürlüğün simge isimlerinden sadece biridir.

Ne yazık ki örfi/ kültürel dünya, bu ihyaya karşı da direndi, bu içeriden direniş dışarıdan bazı yapılarca da desteklenince son otuz yılda Müslüman kadın, yeniden örfi/kültürel dünyanın sınırlarına itildi.  

İhya hareketlerinin “Şeriat/Hukuk” vurgusuna karşı son devirde öne çıkan ve çatıştırmaktan öte karşılığı olmayan kimi muvahitlik tezleri ve yine İslam’ı bir hanedan dini gibi anlatan belirli bir mezhepsel yaklaşım, kasıtlı öne çıkarıldı. Şeriat’tan aldığı güçle hızla yayılan İslam daveti, bu iki kesim arasındaki tartışmalardan ağır darbe yedi. Bunun Müslümanlar arasında yol açtığı bunalım, Müslüman kadını da olumsuz etkiledi.

POSTMODERN İSLAM KARŞITLIĞI VE KADIN

Postmodern İslam karşıtlığı, İsrail’in güvenliğini odağa alan Graham Fuller gibi Yahudiler tarafından geliştirildi. Bu karşıtlık, Fuller’in eserlerinden açıkça anlaşılacağı üzere bir “reconquista (karşı fetih)” olarak tasarlanmıştır. Dolayısıyla İslam, gücünü nereden alıyorsa onu tasfiye etmeye hatta onu İslam karşıtı konumlandırmaya dönük bir strateji geliştirilmiştir.

Kadınlar, Yermûk misalinde olduğu gibi İslam’ın daima sadık unsurudurlar ve Müslümanlar ne zaman bir kriz yaşadılarsa o krizi aşacak çözümü gençler geliştirmişlerdir. Postmodern İslam karşıtlığı da tam olarak bu iki insan unsurunu hedef almıştır.

Öte yandan postmodern/liberal ABD siyaseti, küre hegemonyasında “dezavantajlı gruplar” dediği azınlıkların sorunlarını merkeze almıştır. Liberallere göre, siyasal ve toplumsal düzende kendisini huzursuz hisseden her grup azınlıktır. Etnik ve mezhepsel gruplar gibi, erkek tahakkümünden şikayetçi kadınlar, kuşak çatışmasından huzursuz gençler, dindar toplumlarda günahkârlar liberal ABD için birer potansiyel müttefiktirler. Eşcinseller ise bu konuda postmodern yaklaşımın ilkesizliğinin ve sınır tanımazlığının simgesi kabul edilmelidir.

Postmodernist/liberal strateji, ülkelerin istilasını “özgürleştirme” kavramıyla anlatır ve bu stratejide, ülke istilası ile insan istilası aynı kotları taşır. Dolayısıyla hedefi, azınlıkları özgürleştirmek değil, güdümüne alıp istila personeline evirmektir.

MÜSLÜMAN KADIN SORUN YAŞAMIYOR MU?

ABD’nin suiistimali için azınlıkların huzursuz olmaları gerekmiyor. Liberal strateji, grupların kendilerini huzursuz hissetmeleri için farkındalık ön operasyonu yapar, onları huzursuz hissettirip çözüm olarak kendisine bağlanmayı gösterir. Bu, toplumsal hipnoz yönteminin de kullanıldığı bir insan sevkiyatı yönetimi stratejisidir ve onda “yaşam tarzı, uygarlık dayanışması” ile “Sağ” ve “Sol” bütün unsurlardan yararlanılmaktadır.

Bu çerçevede öncelikle evrensel anlamda aile, sonra Müslüman aile bir sıkıntı alanı olarak hissettirilmekte, ona karşı, “zevkperizm” kurtuluş sığınağı olarak işaret edilmektedir.

Örfün bütün sorunları İslam’a yüklenmekte, İslam’la kadın arasına örf üzerinden mesafe konmakta; ardından kadına, “hak talebenin militanı” olarak İslam’a karşı savaş yükü yüklenmektedir. Dolayısıyla ince bir laboratuvar çalışmasıyla, nefsin arzularıyla aklın siyasal tatmini buluşturulmakta ve zevkperizm “siyasal” bir kimliğe bürünüp “siyasal zevkperizm” oluvermektedir.

Bu stratejinin tıkırında yürümesi için ulus devletlere gerekli düzenlemeler de yaptırılmıştır.

Bu, Müslüman ailenin tarih boyunca karşılaştığı en büyük tecavüzdür. Bugünün Müslüman aile sorunları, bu tecavüz yok sayılarak ele alınamaz.

Şimdi bizim yanımıza bakacak olursak "hadis" denmemesi gereken mevzu haberleri dahi, örfe uyunca kadın aleyhinde kullanıyorsak... Buna karşı, kadının Nas’la belirlenmiş miras hakkı için "Bizde o uygulama yok!" deyip tatbikten kaçıyorsak kabul edelim ki bizim "kadın meselemiz" vardır!

Bugünün geçişken ittifaklar dünyasında her sorununuz, düşmanınızın içinizden müttefikler edinerek alanınıza girmesi için bir kanaldır, bir fırsattır.

Ya Allah'ın hükümlerine (Nas’la çelişen örfe/kültüre aldırış etmeden) razı olacağız ya da işgal, postmodernist yollarla evlerimizin içine sokulacak.

İslam İlahîdir, hiçbir nizam, hak hukukta İslam'la yarışamaz. Beşerî üretimler, ancak birbiriyle yarışabilir. Örf, kadim; modernizm sonraki bir beşerî üretimdir ve sonraki beşerî üretimler, hak hukukta genel olarak önceki beşerî üretimlerin önündedir. İnsan da önde olana meyleder.

Müslüman kadın, örfi/kültürel dünya ile liberal siyasal zevkperest dünya arasında tercihe zorlanıyor; örfün kusurları üzerinden kışkırtılıp İslam’a karşı savaştırılmak isteniyor.

İslâmî mücadelenin, sahada örfi dünya ile barışık kalıp ondan istifadesi çok önemli. Ama örfi dünya, İslâmî yaklaşımla özdeşleştirilemez. Örfi dünyanın sinsi yükselişine göz yumulamaz. Ona karşı İslâmî mücadelede Şeriat/hukuk vurgusu, yeniden öne çıkmalıdır.

İslam Şeriatında Müslüman kadın, asla azınlık değildir. Örfün; kadını tahakküm altındaki azınlık konumuna düşüren zihniyeti hukuk çerçevesinde reddedilmekle yetinilmemeli, bu hukuksuzluklara karşı mücadele, İslâmî mücadelenin sabitelerinden kabul edilmelidir. Kadının haklarına kavuşması; kaprissiz, amasız, lâkinsiz İslâmî mücadelenin esastan bir talebi olarak ciddiye alınmalıdır. Müslüman kadın, İslâmî mücadelede yerini onurla almalı, kitlelere hitap edebilmeli, örfe karşı da zevkperizme sevk edilme felaketini de bizzat kendisi dile getirmeli ve ona karşı mücadele etmelidir.   

Her durumda; elbette siyasal zevkperizme yenilecek kadınlar olacaktır. Ama kadının İslâmî mücadelede yerini almasıyla, İslâmî mücadele, sadece kadınlar bazında değil, erkekler bazında da büyük bir ivme kazanacaktır.