İslam devletlerinin gücü, devlet-toplum bütünlüğüne/ortaklığına/ittifakına dayanır. Ancak Osmanlıda isyan edip büyük taleplerde bulunacağı ya da alternatifler oluşturacağı endişesi ile Müslüman toplum zapturapt altına alındı.
Siyasal erk, Müslüman toplumu dengede tutma yaklaşımıyla statik bir duruma terk etti. Bu mahiyette Müslüman toplumun üç lokomotifi; Müslüman tüccar sınıf, gazi sûfilik ve fetihlere sivil katkı (gazi, battal, alperen katkısı) sınırlandırıldı.
Bu üç aksiyoner yapı, istilaya yol açacak fitne fobisiyle, itaat edip kendisine biçilen konuma razı olduğunda devlet, içeride sütliman bir ortama kavuştuğunu düşündü. Oysa kendisini denetleyen, diri tutan ve kendisine büyüme enerjisi veren sosyal yapıdan yoksun kaldı. Devletle toplum ayrıştı.
Osmanlıda devletin İslâmî esaslar açısından gerilemesi, Müslüman devletler için “büyük ayrışma” diyebileceğim bu ayrışma ile başladı. Bununla birlikte siyasal erk, Müslümanlar adına devletin yegane yöneticisi olarak kaldı; Müslüman toplum ise devletin ortaklığından devletin reayası konumuna geriledi. Dolayısıyla Osmanlıda devletteki yenilenmeyi sağlayacak yegâne yapı siyasal erktir. Bu da saray ve müştemilatıdır. Aynı vaziyet Safevi ve sonrası İran ile Hindistan’da Babürler için de söz konusudur. Ama biz, süreci Osmanlı üzerinden anlatacağız.
Modernizm, bir ilerleme mevzusudur. Onun zıddı geride kalmaktır. Osmanlı gerilemesi ise iki babda ele alınmalıdır: İslam’ın esas ölçüleri hususunda gerileme ve Batı’nın ilerleyip güçlenmesi karşısında gerileme.
İslam’ın ana ölçüleri hususunda gerileme, devletin tutarsızlaşmasına ve kendisine güç veren unsurları yitirmesine yol açtı, ilerlemeyi durdurdu. Karşısında ilerleyen bir güç de bulununca bu statik hâl “geri kalış” olarak ifade buldu.
Klasik Müslüman toplum, Osmanlının son devrinde ayakta olsaydı Müslüman tüccar, Batı’daki gelişmeleri takip edip teknik ilerlemenin gerisinde kalmaz hatta ilerlemeye öncülük ederdi. Müslüman sufi sınıf da gerekirse tebdil-i kıyafetle Batı ülkelerine sızar ve oradaki gelişmelerden hem haberdar eder hem o teknik sırları İslam alemine taşırdı. Cihada sivil katkı da devleti daha erken devirde ıslahatlara sevk ederdi.
Toplum, reaya konumuna düştüğünde devleti yönetme konusunda iradesiz ve etkisiz kalır, bir araç konumuna dönüşür. Osmanlı reayası, bu konumu benimsemiş değildir lâkin “fitneye yol açıp küffarın işini kolaylaştırmama” yaklaşımıyla vaziyete razı olmuş, sorumluluğu da devlet ricali denen siyasal erke bırakmıştır.
Siyasal erkin duyarsızlığı ise seküler kurtuluş hareketlerinin oluşması ve devletin yıkılmasıyla neticelendi.
Seküler/Laik Kurtuluş Hareketlerinin Oluşması
Osmanlı, kendisini teknik anlamda Batı’daki gelişmelere kapatmamıştır. Lâkin teknik gelişmeleri usulünce takip de etmemiştir.
1703’te tahta çıkan III. Ahmet, Batı’daki gibi görkemli binalar yapmaya yöneldi. Daha önce Osmanlıda Batılı teknikerlerin istihdamı için Müslüman olması koşulu varken 1774’te tahta çıkan I. Abdülhamit Dönemi’nde ilk kez bu şart yok sayıldı. Batılı Hıristiyanlar kendi dinsel kimlikleriyle Müslümanlara ders vermeye başladılar.
1789’da tahta çıkan III. Selim ise Batı karşısında geri kalmayı tamamen yanlış anlayan ilk padişah gibidir. Onun devriyle birlikte, yenilenme “Sosyal Batılılaşma” olarak anlaşılmaya başlandı. Devlet, silah üretecek imkânları artırmak yerine Batı’dan silah alıp kendisini yaşam tarzı olarak Batı’ya uydurmaya çalıştı. Ondan sonra Osmanlı, bir daha asla gün yüz görmedi.
Osmanlıda Hıristiyan muallim istihdamını başlatan I. Abdülhamid’in oğlu ve Osmanlı hanedanının son devrinin atası II. Mahmut da babasının ve III. Selim’in yolundan gitti. Onun ve oğulları Abdülmecid ile Abdülaziz’in yenilenme anlayışı birdir.
Devleti Hicri takvimle yetmiş yıl yöneten bu baba ve oğullar devrinde, yenilenme günbegün felakete doğru gitmiş; kurtuluş her nasılsa batışa hedeflenmiştir.
Devlet, bu devirde modernleşmeye çalışıp “Batılılaşma” formunda yenilendikçe kendi toplumu karşısında büyümüş, dünya karşısında küçülmüştür. II.........