A. İLHAN MOLU - İSKELE BABASI

A. İLHAN MOLU - İSKELE BABASI

A. İLHAN MOLU - İSKELE BABASI


İSKELE BABASI 


İskelenin babası olur mu..?

Elbette olmaz. Babası da olmaz, anası da olmaz.
Amcası da olmaz, halası da olmaz.

İyi de; neden iskele babası derler o gemilerin halatlarla bağlandığı tepesi çıkıntılı kalın demir sütuna.

Herhâlde bilmediklerinden.

Bir tv kanalında tartışan üç yorumcudan birisi; “çok ağır futbolcu, iskele babası gibi” deyince şaşırdım kaldım.

Diğer iki yorumcudan da bir düzeltme gelmeyince bu sefer de kendi kendime söylendim durdum, bir yorumcu bunu nasıl bilmez diye.

Hani iskelelerde vapurların halatlarının bağlandığı tepesi çıkıntılı demir sütunlar var ya..! 

İşte ondan bahsediyorum. “ Boba”dır onun adı. Baba filân değildir.

Tv’deki bu sohbeti izleyince aklıma yakın zamanda kaybettiğimiz söz ustası, kelâm erbabı, sohbetlerin efendisi Halit Kıvanç geldi.

Halit Kıvanç aklıma gelince elbette Orhan Boran, Erkan Yolaç, Bülent Özveren gibi ustaları da düşünmeden edemedim..

Biz onların duru Türkçe’leriyle, mükemmel diksiyonlarıyla, kelime haznelerinin zenginliğiyle büyüdük.

Aytaç Kardüz, Can Akbel, Erkan Tan, Gülgûn Feyman, Mahmut Baler, Aydın Boysan, Jülide Gülizar, Mehmet Ali Birand, Mesut Mertcan, Tuna Huş, Zafer Cilâsun…

Ve aklıma gelmeyen daha başkaları…

Bunların hepsi de Türkçe’yi mükemmel konuşurlardı.

                 

En çok da tv kanallarındaki siyasi tartışma programlarına şaşırırım. 

Öyle bir an gelir ki, konuşmacılar hep bir ağızdan başlarlar birbirlerine bağırmaya. Öyle gürültülü bir lâf kargaşası olur ki, ne kendileri anlar, ne sunucu anlar, ne de dinleyenler anlar söylediklerini. 

Sadece bağırıp dururlar.

Hani, meşhur sözdür ya..!

“Susmak cümlenin dinlenme halidir.
Dinlendikten sonra cümle dinç olur.
Çok konuşup cümleyi yorma, sonra herkes yorulur.” diye…

Aynı onun gibi. 

Tartışırken hem kendilerini hem de izleyenleri öyle yorarlar ki, basarsın tuşa, değiştirirsin kanalı.

                   

Bir zamanlar Istanbul, şairin dediği gibi,

“Gecesi sümbül kokan
Türkçe’si bülbül kokan Istanbul” du.

İfadenin derinliğine bakar mısınız.

Bir lisanın güzelliği daha başka nasıl anlatılabilir ki..?

Kuleli Askeri Lisesi’nde yedeksubaylık görevimi yaparken, ayda bir kere nöbetçi subayı olarak geceleri okulda kalırdım.

Önce yatakhaneleri dolaşır, nöbetçi öğrencilerden bilgi alır sonra bahçeye çıkar, arka tepelere yürür, nöbet kulübelerini kontrol eder…

Sonra da gecenin sessizliğinde yüzlerce bülbülün insanı mest eden muhteşem ötüşlerini dinlerdim.

Onların farklı nağmeler yapan seslerini dinlerken de şairin sözünü hatırlardım.

“Türkçe’si bülbül kokan Istanbul.”

Sonra da; “bu çocuklar her şeyden önce Türkçe’yi çok güzel konuşmalılar. Keşke Almanca hocası yerine Türkçe hocası olsaydım onlara” 
diye hayıflanırdım.

                     

Mevlâna:
“Kargaların öttüğü yerde bülbüller susar” der ya..!

Ne yazık ki öyle oldu.

Artık Istanbul Türkçesi bülbül sesi kokmuyor. O güzelim Istanbul Türkçesi’ni konuşan neredeyse kalmadı.

Güzel konuşma derken haber spikeri gibi konuşmayı kastetmiyorum. 

"Istanbul ağzı" denilen, her türlü yerel ve bölgesel şîveden arınmış, nezaket, terbiye, zârafet, edeb ve görgüyü yansıtan bir konuşma şeklinden bahsediyorum.

Hâlide Edip, “Tatarcık” romanında Istanbullu her şeye lâkayıt kalabilir, ancak şivesini bozan kim olursa olsun, ona yabancı gözle bakar” diyerek dilin o günkü önemini anlatır.

                   

Bizler Istanbul beyefendileri ve hanımefendileriyle birlikte yaşayan son kuşaktık. O yüzden kulaklarımız âşinadır Istanbul Türkçesi’ne.

Bir zamanlar Çemberlitaş semtinde İpek ve Şafak isminde iki sinema vardı. Okulumuza yakın olduğu için sık giderdik.

Her ikisinin de fuayesinde sıra sıra asılmış Ayhan Işık, Fikret Hakan, Kartal Tibet, Orhan Günşiray, Türkân Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit gibi oyuncuların resimlerini görürdük.

Filmlerini de dublaj sanatçılarının güzel Türkçe’leriyle izlerdik.

Hiç dikkat ettiniz mi bilmem. O filmlerdeki Istanbul,  “İ” harfiyle değil “I” harfiyle telâffuz edilirdi. Doğrusu da buydu.

Lisedeki edebiyat hocamız rahmetli Hilmi Soykut bu konuyla ilgili bizleri sıklıkla uyarırdı.

Sonra ne olduysa oldu. Bir 'nokta' geldi, 'I' harfinin tepesine kondu…

Ve “Istanbul”…  “İstanbul” oldu.

                 

Istanbul hanımefendi ve beyefendileri yok artık. 

Onların gidişiyle çok şey kaybettik.

Zarâfeti kaybettik. Sevgiyi, samimiyeti kaybettik. Doğruluğu, sâdâkati, aşkı kaybettik. Günlük lisanımızda iki yüz kelimeyle konuşur hâle geldik.

'Boba' yı, 'baba' yaptık. 
'Zürefa’yı' zürâfa' sandık. 
'Doyulmaz’ı' doyumsuz', 'müsâvi' yi 'mûsevi' yaptık. 
'Hoş lâf' ı da 'hoşaf' … 
Güzel bakmayı değil de “güzele bakmayı” sevap sandık.

Daha neler yapmadık ki..! Sonunda da bülbülleri yok edip kargaları çoğalttık.

Hele bir de sosyal medya dedikleri o dipsiz kuyu yok mu..! 
İçini en kaba, en argo kelimelerle, en itici uslûpla, tahammül edilmeyen sözlerle doldurduk.

O da yetmedi, küfür etmeyi normal hâle getirdik.

Siyasette zarâfet, siyâsilerde âdap, basında güven bırakmadık.

Napolyon’a atfedilen meşhur sözdür. “Dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti Istanbul, salonu da San Marco olurdu” der.

San Marco orijinal haliyle yerinde duruyor. Lisanı bozulmamış, mimari dokusu korunmuş, kültürü dejenere olmamış.

Ya Istanbul..? 

Gelen bozmuş, giden bozmuş… 

Ne lisanı kalmış, ne mimarisi, ne doğası, ne çevresi. Koca şehir sanki kendi ülkesinin insanları tarafından yağmalanmış… 

Sorumlular kim..?

Siyasiler, medya, iş dünyası,
sanat dünyası, yönetenler, yönetilenler… Hepimiz…

Geriye kimler kaldı..? Vallahi, pek de kimse kalmadı.

O zaman boşverin gitsin. Aldırmayın. Herkes istediği gibi konuşsun.

Ha “boba” demişiz, ha “baba” demişiz. 

Bir harften ne fark eder ki..?